Karanlıkta Dans (Dancer in The Dark)

filmsecimi:

İlk defa gösterime girdiği 2000 yılında izlediğim filmi bugün tekrar izledim. Film hala etkileyici. Björk'ün sesi -sadece şarkı söylediğindeki değil ağladığındaki sesi de- çok etkileyici. Catherine Deneuve ve Lars von Trier de filmin etkileyiciliğinde pay sahibi tabii. Bu etkileyicilik sayesinde insan kendini melodramatik hayaller kuran bir Çek kadın için üzülürken bulabiliyor.

Filmin konusundan biraz bahsetmek gerekirse… Selma (Björk) gözleri kör olmak üzere olan ve aynı hastalığı taşıyan oğluna tedavi bulma umuduyla Amerika'ya göçen Çek bir kadındır. Bir fabrikada Kathy'nin de (Catherine Deneuve) yardımıyla çalışıp kanun adamı Bill'in (David Morse) evinin bahçesindeki bir karavanda yaşayarak oğlunun ameliyatı için para biriktirmeye çalışmaktadır. Bill, karısının hesapsız harcamaları nedeniyle zora girince Selma'nın parasını çalar. Selma parasını geri almaya çalışırken Bill'i istemeye istemeye öldürür ve kurtardığı ameliyat parasını doktora öder. Selma yakalanır ve idama mahkum edilir. İdamdan kurtulması için beliren ihtimali ise ameliyat parasını avukata vermek zorunda kalacağından reddeder ve idam edilir.

Selma, eskiden beri izlediği melodramların sona ermesini sevmediğinden son şarkıdan önce oyundan çıkmıştır hep. Çalışırken ve zor zamanlarında dans edip şarkı söylediği melodramatik hayaller kurar. Yani hayatla başa çıkmak için melodramlara sığınır. Selma'nın bu hali filmi izlerken beni de etkilediğinden üzerine düşünmeden edemedim: Dramanın bu gücü nerden geliyor? Selma'yı dikkatinin en yoğun olması gerektiği anda teslim alan, beğendiği dramatik öğeleri hayatına eklemeye çalıştıran, bizi Selma için endişelendiren, ölümü ile üzüntülere garkeden bu güç nedir? Ve bu güç nedir ki gerçek hayattaki acılara duyarsızlaşırken güya gerçek olmadığını bildiğimiz acılara içten üzülebiliyoruz?

“Bunlar gerçek değil” diye birilerinin bana film boyunca tekrar tekrar söylemesinin bir faydası olmazdı sanırım. Çünkü mesele bilmekle alakalı değil, gerçek olmadığına dair bilgiyi hatırlamamakla ve giderek hatırlamamayı tercih etmekle alakalı. Hayatın bizde uyandırdığı hisler saf değil. Acıyla birlikte, kendini koruma hissini, beğenilme ama aldatılmama hislerinin vb. birarada taşıyoruz içimizde. Oysa dramatik kurgu bizi bazı duyguların en yoğu olduğu haller arasında gezindiriyor. Aradan daha sakin, düşünmeye fırsat bulabildiğimiz anları çıkarıp düşünmeye fırsat bulamadan dolu dolu hissettiğimiz duygularımızla başbaşa bırakıyor. Cinsellikle dolu olmayan ama duygusallıkla dolu pornolar izliyor gibiyiz.

Ne kadar çok insan var zihnimizi teslim almaya meraklı. Onlardan biri olmak istemeyen için ne kadar saçma bir istek bir film çekmeisteği. Bir yolu varsa, gerçekten bilmek isterim, sadece düşüncelerini anlatmanın, kandırmanın değil ikna etmenin, kabul edilemez bir düşünceyse, nedeniyle kendini ikna etmenin ve kendini değiştirmenin…

Fatih Özdemir

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski