Uygarlığın Bilgi ve İnanç Yapılarıyla Bazı İlişkileri

Bu epistemolojik temel üzerine yapılan inşanın,
çeşitli kültürel yapılar üzerinde nasıl zuhur ettiğine dair örneklerden birini Paul
Fayerabend’den aktarıyorum:

“Örneğin, bir hekim Orta Afrika'da bir kabile
üyesi olan hastasının rahatsızlığının yerini tam olarak saptamak için bir
röntgen filmi almak ister. Hasta kabul etmez, hekime bu işi başka bir yöntemle
yapmasını söyler: ‘Benim içimde neler olup bittiği hiç kimseyi ilgilendirmez.’
Buyurun size bilme ve bilgiden hareketle hastayı mümkün en etkili yoldan tedavi
etme arzusu ile kişinin vücudunun mahremiyet ve bütünlüğünü koruma arzusu
arasında bir anlaşmazlık. Değerler üzerine tartışmak bu türden anlaşmazlıkları
ortaya dökmek ve çözmek demektir. Hastanın arzusu makul bir arzu mudur? Vücudun
bütünlük ve mahremiyetine değer veren ve aklıselim sahibi herkesten bu değerler
çerçevesinde davranmasını bekleyen bir topluluk için evet. Fakat bilgi yolundan
şaşmam diyen ve etkinliğin her şeyden üstün görüldüğü bir toplulukta hayır
(batı uygarlığının geniş bir bölümü bu tarzda işliyor görünüyor.) Etkinliğe ve
uzmanların yönetimine değer veren ama özel durumlar için de alan bırakan
toplumlarda makul görülmez ama hoş karşılanır … Çeşitli yaşam tarzlarını tek
bir çerçevede sürmeye teşvik eden bir toplumda ise hem makuldür hem de değil
… Bazıları bu arzuyu kabul ve teşvik edecek, bazıları hakaretler yağdırarak
onu ileri sürenlerle alay edecektir. Kürtaj, ötenazi, genlerle oynama, suni
dölleme ve farklı kültürler arası (entelektüel, politik, ekonomik, askeri)
alışverişler hakkındaki tartışmalar, değerlerin düşünce, tutum ve eylemlerimizi
nasıl etkilediğini göstermektedir. Bunlardan birçoğu hasım tarafların tüm
bilgiye ulaşmış olmalarına, artık dönüp dönüp aynı şeyi tartışıyor olmalarına
rağmen sürüp gider. Burada yaşanan gerilim değerler arasındadır, iyi ile kötü
ya da yeterli bilgi ile yetersiz bilgi … arasında veya akıl ile akıldışılık
arasında değil (değerlerin sık sık akıl çerçevesinde, onun bir parçasıymış gibi
savunulmasına rağmen).”

Bu inşanın bir diğer boyutu ise sanat ve zanaat kavramı etrafında açıklanabilir. Sayısallaştırılmış modern hayat sayısallaştırılamayan sanatı kapalı bir alana sokup “gerçek hayat"tan koparmaktadır. Böylece zanaat, sanattan koparılmış olmaktadır. Sanatsız zanaat ise insanın emeğine yabancılaşmasına
neden olur. Bir süre sonra insan aynı şeyleri sürekli tekrar etmeyi zanaat sanan robotlara dönüşür.

"Eski sanatlarla modern sanayi arasında süregelen karşıtlık, aslında özel bir durumdur ve aynı zamanda nitelik ve nicelik görüş açıları arasındaki karşıtlığın pratik bir uygulaması gibi bir şeydir; eski sanatlarda nitelik, modern sanayide ise nicelik ağır basmaktadır. Bunu daha iyi anlayabilmek için, her şeyden önce, sanatlarla meslekler ya da ‘sanatçı’ ile ‘zanaatçı’ arasındaki farkın tamamen modern bir fark olduğunu belirtmek yararlı olacaktır, sanki bu fark her şeyde geleneksel anlayış yerine (kutsal şeyler hiçe sayan) ladini bir anlayış yerleştiren sapma ve yozlaşmadan doğmuş gibi! Eskilere göre ‘sanatçı’ (L'artifex) ayrım gözetmeksizin herhangi bir sanatla ya da meslekle uğraşan insandır; oysa bugün bu sözcüklerin kazandığı anlam içerisinde doğrusu o ne sanatçıdır ne de zanaatçı. (Nitekim zanaatçı sözcüğü günden güne modern dilde kaybolma eğilimindedir). Her ikisinden de ayrı bir şeydir; çünkü bu sözcüğün kullanım alanı en azından başlangıçta, oldukça derin
bir alanın ilkelerine bağlanmıştı. Eğer meslekler, bir anlamda sanatları içeriyorduysa … bunun nedeni gerçekten niteliksel bir mahiyet taşımalarıydı; zira hiç kimse, neredeyse tanım olarak böyle bir durumu sanata tanımaktan kendini alıkoyamaz. Ancak, bizzat yine bu nedenle, sanat hakkında vardıkları küçültülmüş, daraltılmış sınırlı kanaat içinde modernler sanatı bir nevi kapalı bir alan içine sokmaktadırlar. Böyle olunca da insan etkinliğinin tüm geriye kalan kısmıyla, yani onlara göre sözcüğün kazandığı çok kaba anlam içinde ‘reel’i oluşturan hususlar olarak baktıkları şeylerle sanatın hiçbir ilgisi
kalmamaktadır.”

Kendi bildiklerinde olduğu kadar kendi ürettiklerinden de yola çıkarak ihtiyaçlarını teminat altına almak isteyen insan, hâlâ tüm üretim sorunlarını çözemediğinden, çoğu zaman ihtiyaçların ötesine geçen bir korkudan kaynaklanan arzuyla hareket eder. Bu da onu israf ekonomisine ulaştırır. Yaşadığı yoksunluk hissini ve endişelerini aşmak için kendinden başka bir bilgi ve ürün kaynağına güven geliştiremeden, bu uygarlık algısının ekonomik sorunlarının çözülmesi pek mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda örnek olarak iktisat için kabul gören şu tanım ele alınabilir: İhtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kıt, iktisat bu duruma çözüm bulma bilimidir.* Ancak bir denkleme “sonsuz” girdiğinde karşısına ne konulursa konulsun yetersizdir yani kıttır. İktisadın ise daha tanımında sonsuzluk vardır. Öyleyse böyle bir paylaşım mümkün değildir. Böyle bir mantıksal açmaza girmesine rağmen iktisat, seçilen ideolojiye göre örtülü bir şekilde birilerini kayırmak zorundadır: Merkantilizmle tüccarı, Kapitalizmle sermaye sahiplerini, Liberalizmle girişimciyi, Sosyalizmle işçi sınıfını, Faşizmle belli bir ırkı vb. Bütün bu
ideolojiler denenmesine ve kötü sonuçlar alınmasına rağmen denklemin sonsuz tarafına dokunmaya pek yanaşılmaz. Çünkü sonsuz kısımda insanın doymak bilmez nefsi vardır ve nefsin arzularından taviz vermek pek gündeme gelmez. Yani nefsin sonsuz istekleri olağandır, mutlaka karşılanmalıdır ama
kaynakların kıt olması nefsin problemi değildir. Oysa insanın arzuları sınırsız, ihtiyaçları sınırlıdır. Kanaat arzuları doyurmaya, kaynaklar da ihtiyaçları doyurmaya yeter.  Ancak daha önce de belirtildiği gibi kendini önceleyerek yola çıkmış bir nefsin kılavuzluğunda kanaat de mümkün olamayacaktır.

Roger Garaudy Batı Kültürü içerisinden biri olmasına rağmen ona bir Marksist ve sonra bir Müslüman olarak iki farklı pencereden eleştirel bakabilmiş bir isim olarak Batı Kültürü hakkındaki düşüncelerini yine temel seviyeden bir soruna işaret ederek şöyle ifade ediyor:

“Bir medeniyet ki: İnsanı çalışmaya ve tüketmeye indirgeyen, ruhu zekaya indirgeyen, sonsuzluğu miktara indirgeyen bu üç postulata dayanır, böylesi bir medeniyet intihar etmek için hazırlığını yapmıştır.
… Orada ne aşka yer vardır ne dine ne de şiire.”

Böyle bir açıklamanın da yeniden hatırlattığı kavramsal ilişkiler sayesinde denilebilir ki, inancın açıklanabileceği derin bilinçte, biyolojik olarak birbirleriyle oldukça yakın ilişkili olduğu öngörülebilecek hücreler üzerinden ve kavramsal seviyede de birbirlerini hızla ve yoğun olarak çağrıştıracak kadar çok kavram üzerinden komşu olan inanç, aşk, din ve güven kavramları bir kavram bulutu olarak anılabilirler. İnançtan sıyrılmış ve daraltılmış bilginin soğukluğu ne aşka ne dine ne de şiire mahal bırakır. İnsan zihninin kavramsal ve biyolojik olarak sahip olduğu tüm kapasiteden faydalanamamasına neden olan böyle bir yaklaşımın ürettiği uygarlıkta maalesef hiç insanî olamamıştır.

Bilginin nasıl bir uygarlığa kaynaklık edebileceğine J.J. Rousseau’nun bir sözüyle yeni bir boyut eklenebilir:

“Faziletin ilmini yapmaya başladıkları gün her şey mahvoldu.”

Herhangi bir şeyin bilgisine veya ilmine sahip olmak başka bir haldir onu uygulamak başka. Daha önce de belirtildiği üzere insanın kesin olarak bilebileceği bir bilgiden, kendi varlığının bilgisinden yola çıkılması, geriye kalan her şeye aynı kesinlikte bilinebilirmiş gibi yaklaşmayı temellendiremez. Ancak bunun dürüstlükle farkına varmak, geriye kalan her şey hakkında tıpkı bilirmişçesine bir kesinlikle inançla yaklaşılabilmesine engel değildir. Yani insan Dekartvari bir kendini bilme ile davrandığı gibi Sokratik bir “Kendini Bil”me etkinliğinde de bulunabilir. İnanç tam da bu zemini sağlar ve böyle bir zemin üzerinde açıklanabilir.

Bu durumda tekrar Rousseau’nun ifadesine dönersek uygarlık yani İnsanlıkla ve tüm ekosistemle bir arada iyi bir şekilde yaşayabilme becerisinin bilgisine sahip olmayı istemenin başka, buna inanmanın
ve bu inancın gereğini yaşamanın başka bir hal olduğu çıkarımında bulunulabilir.

İbn-i Haldun’a göre şehir, toplumsal yaşamın son noktası ve artık bozulmaya döndüğü yerdir.** Çünkü

Şehirliler bu dünyanın nimetlerine aşırı meylettiklerinden, zevk ve eğlencelerle çok meşgul olduklarından ve şehvetlerini tatmin etmeye yöneldiklerinden zamanla nefisleri kirlenmiş ve bu kirlilik oranında da iyi ve hayırlı şeylerden uzaklaşmışlardır.

Ancak İbn-i Haldun, medeni insandaki bu bozulmanın nasıl giderilebileceğine dair bir fikre de sahiptir:

Bu söylenenlerden, yöneticilerin ve eğitmenlerin idaresi altında olmanın insanlardaki cesaret ve yiğitliği bozduğu sonucu ortaya çıkıyor. Çünkü bu durumlarda yaptırımcı güç haricidir (insanın dışındadır). Oysa (suni olmayan) şer’i eğitim, bu hasletleri bozmaz; çünkü bu durumda yaptırımcı güç zatidir.

Bu ifadelerden de anlaşılabileceği üzere medenileşmiş ancak ahlâkî erozyona uğramış insanların ancak içselleştirebilecekleri yani inanabilecekleri ahlâkî ilkeler doğrultusunda yaşamalarıyla, bir arada çok sayıda insanın yaşamasından kaynaklanan sorunlar çözülebilir. İbn-i Haldun’un bu önerisi de Uygarlık ve Teolojik İnanç ilişkisine oldukça iyi bir temel teşkil eder.

Daha önce de değindiğim gibi doğal ortam ağırlıklı olarak yaşayan insan, doğa şartlarına oldukça bağımlı olur. Bu durum, insanın kontrolü altında olmayan doğal ortamın “kontrol edenine” karşı bir
bağlılık hissi geliştirmesini de sağlar. Oysa kültür ortamında yaşamak etraftaki birçok şeyin insan tarafından kontrol edilebildiği bir ortam demektir. Bu durumda insanın giderek artan oranda bir kendine güven geliştirmesi beklenir bir durum olur. Ancak bu yersiz güven, bir doğal afet veya insan kaynaklı bir kriz durumunda gerçeğin duvarına çarpıncaya kadar sürebilir. Sonra insan yine tıpkı doğal ortamda olduğundaki gibi gerçek kontrol edene iltica etme ihtiyacı hisseder. Bu gerçek sanırım hemen hepimiz tarafından çeşitli zeminlerde deneyimlenmiştir. Hatta “Ateizm uçak sarsılıncaya kadardır” bir meşhur
ifade de vardır dilimizde. Dolayısıyla, böyle bir kriz durumunda rasyonel temelli ahlâkî ilkelerin insanın, varlığın ve canlılığın doğasına ne kadar uygun olduğu da ortaya çıkar; “ratio” sadece maddî olarak değil, oluşturmaya çalıştığı değerler açısından da gerçeğin duvarına çarpar. Böylece, insanın gerçekten varlığın, canlılığın ve insanlığın doğasına uygun değerler için, varlığının ve iradesinin
gerçek kaynağına daha çok başvurması gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. Bu ise inanç esaslı bir uygarlığa
olan ihtiyacın başka bir ifadeyle tespiti olur.

Diğer bir açıdan, İnsanlık sadece canlı olarak insanların kurup geliştirdiği, desteklediği bir uygarlık değildir. Bir ekosistem sayesinde varlığını sürdürür İnsanlık. Örneğin, insan beslenmek için bitkilerin meyve denilen ve hayvanlar veya insanlar gibi hareketli canlıların faydalanması için özellikle besin olarak hazırlanmış ürünlerinden faydalanır. Elma ağacı insanları besleyerek İnsanlığa katkıda bulunmaktadır yani. Elbette bunu aynı zamanda kendi varlığını devam ettirmek gibi en temel canlılık motivi gereğince de yapmaktadır. Çünkü bitkiler de havadaki karbondioksiti kullanırlar. Ayrıca bitkilere göre büyük mesafeleri kat edebilen insan ve hayvanlar sayesinde bitkiler tohumlarını kendilerinin
taşıyabileceklerinden daha geniş coğrafyalara ve belki de sonraki elma ağacı kuşağı için daha elverişli yerlere ulaştırma imkânına kavuşmaktadırlar. Üstelik bu karşılıklı faydalı ilişki sadece bu gibi özel bir çaba gösterilmeden gerçekleşenlerden ibaret değildir. İnsan ayrıca elma ağacını yetişmesine uygun çevrelerde çeşitli gübrelerle, suyla özellikle besleyerek, yetiştirerek yani özel ve nitelikli bir çaba göstererek de onu destekler. Böylece, elma ağacı ve insan arasında Oksijen Karbondioksit alışverişi, elma gübre alışverişi gibi alışverişler üzerinden bir sistem oluşturulmuş olur. Bu sistemi destekleyen başka birçok bakteri, böcek, hayvan ve doğa olayı da söz konusudur elbette. Elmanın insan sindirim sisteminde sindirilmesine yardımcı olan bakteriler, elma ağacının tohumlanmasına yardımcı olan böcekler, arılar gibi… İnsanlığın liderlik ettiği bir sistem tarafından yönetilen böyle bir dünyada varoluş veya hakimiyet için pek de elverişli ortam bulamayan başka bazı canlıların ya da diğer bir sistemin şu an uykuda veya pasif halde olduğunu öngörebiliriz. Örneğin, dünyanın hâkim gazının Kükürt olduğu, Kükürdün bazı canlılar tarafından yoğun bir şekilde doğaya salındığı, başka bazı canlıların bu gazı yoğun bir şekilde besin üretmekte kullandığı bir sistem karşısında hâkim türü insan olan şimdiki sistem, yaratıcı tarafından desteklenen sistemdir; Şeytanın yoldan saptırmak için söz verdiği sistemdir. Ancak böyle bir sistemin -uygarlığın- hâkim türü olmasına rağmen insan da kendisinin liderliğindeki bu sistemi destekleyen canlılara gerekli ihtimamı göstermek yerine onları har vurup harman savurur şekilde israf etmekte, zulmetmekte, tüketmekte ve onların varlık amaçlarını yerine getirmelerine engel olmaktadır. Böylece soyu tükenen her canlı türü ile birlikte, israf edilen her elma, yok yere zalimane muamelelere tabi tutulan her hayvan ile birlikte insan kendini destekleyen sistemi, biraz daha zayıf düşürmektedir.

Oysa, bu hareket alanı içinde insanın yaratılış amacına uygun olarak bir uygarlık geliştirmesi oldukça mümkündür. Çünkü görünen o ki üstün olmalarına rağmen, Yaratıcı oyunu ateş ehlinden yana değil insandan yana kullanmıştır. Üstelik onlara karşı destekleyerek. Yaratıcı tarafından desteklenmiş bir su-toprak doğalı mahlukun uygarlığının veya başka bir açıdan Oksijen uygarlığının, ateş veya Kükürt uygarlığına galip gelmesi elbette mümkündür.

Bir gün İnsanlık kendi uygarlığını geri dönülemez bir şekilde tükettiğinde, ister önceki kükürt, ateş doğalı uygarlık tekrar hâkim olsun ister yazılım “ruhlu”, metal doğalı ve Oksijen sevmez yeni bir uygarlık hâkim olsun insan kaybetmiş olacaktır. Böyle bir durumda, insan, İnsanlıktan sonra gelebilecek bir halef uygarlığın şeytanı olarak da anılabilir.

* Erdoğan Alkin, Kemal Yıldırım, Mustafa Özer,İktisada Giriş, 4. Baskı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim
Fakültesi Yayınları, Eskişehir 2006, s. 3

**
İbn-i Haldun, Mukaddime, s. I/164

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski