Kültür Felsefesinin Uygarlığından Epistemolojinin Uygarlığına Geçiş

Buraya kadar Uygarlığın sözlükçe ve kavramsal düzeyde çerçevesini netleştirmeye çalıştık. Buradan itibaren hafif bir girişle birlikte bunca açıkladığımız bu Uygarlığın Epistemolojik temelini araştırmaya başlayacağız. Hani buraya kadar uzun uzun kültürden, medeniyetten, uygarlıktan bahsedilmişken bilgi, inanç bunun neresinde dediyseniz işte o cevabı bulacaksınız şimdi.

Uygarlık, İnsanlığın doğaya ve insana karşı
mücadelesinde daha büyük topluluklar halinde hareket edebilmenin, iş bölümü
yapıp daha büyük organizasyonlar ve daha etkili mücadele yöntemleri geliştirmesinin
adıdır. İnsanlığın, materyalist- evrimci bir yaklaşımla değerlendirildiğinde de
şu ana kadar başarılı bir uygarlık olduğu söylenebilir. Çünkü yeryüzünde
yaşayan bir tür olarak insan, doğanın yıkıcı olabilen gücüne karşı kendini
koruyacak araçlar geliştirerek varlığını devam ettirebildiği gibi diğer türlere
karşı da üstün gelerek hâkim tür ünvanını kazanmıştır. Ancak, inşa ettiği bilgi
sistemi sayesinde büyük bir yok edici güç kazanan insan, Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika Kültürleri
güncel örneklerinde görüldüğü gibi ne yeryüzünün cansız maddî varlığını ne diğer
canlı türlerini bu büyük gücün yıkıcı etkisinden yeterince korumuştur.
İnsanlığın ortak birikimine büyük katkılar sunarak onun vazgeçilmez parçaları
olan diğer uygarlıkların, medeniyetlerin ve kültürlerin insanlarını ve kültürel
birikimlerini de kendi kültürünün insanlarını da aynı şekilde felaketten felakete
sürüklemiştir. Bu durumda insanın asıl mücadelesinin, en azından artık doğaya
karşı olandan çok, kendisine karşı olması gerektiği; bu mücadelenin de daha çok
gelişmiş teknikten ziyade daha çok gelişmiş değer sistemleriyle yapılabileceği ortaya
çıkmıştır.

Epistemolojik olarak bilgi ve dolayısıyla kültürel
olarak teknik odaklı gelişimin insanlık üzerindeki en yıkıcı etkisinin ne
olduğunu Batı Uygarlığı örneğinden öğreniyoruz: Kültürün teknik ürünler
üzerinden gösterdiği gelişme doğal sorunlara karşı görece bir üstünlük
sağladığından değerlerin fuzuliliği gibi bir yanılgıya neden olur. Oysaki biraz önce de tespit ettiğimiz üzere insanın tek mücadelesi doğal sorunlara karşı
olan değildir; insan aynı zamanda insan kaynaklı sorunlarla da mücadele eder ve
kendini savunmak zorunda kalır. Doğal sorunlara karşı geliştirilmiş teoriler ve
pratiklerle insan kaynaklı sorunlara yaklaşmak insanı kendi türüne karşı
yabancılaştırır ve ruhsuzlaştırır; özensiz, dikkatsiz, şefkatsiz ve hatta giderek
zalimane uygulamalara sevk eder. Çünkü teknik kültür ürünleri iyi ve güzel önemsenerek
geliştirilmez; kullanışlılık ve Epistemolojik tutarlılık yani doğruluk
önemsenerek geliştirilir (bkz. ABD Kapitalizminin ideologu denilebilecek Ayn Rand - Hayatın Kaynağı). Bu çözümlerin bazı sorunlara karşı işe yaradığı
görüldükçe kültürel gelişme açısından doğru yolda olunduğu fikri yerleşir ancak giderek
artan oranda vahşileşildiğinin ve yabanileşildiğinin farkına varılamaz olunur. Ayrıca bu şekilde
ilerleyen bir gelişimler silsilesi ile artık bir Tanrı’ya ihtiyaç kalmayacağı sonucuna
da ulaşılır. “Tanrı'ya olan imanını kaybetmesi, insanı kendi doğasıyla,
yani elinde kalan şeyle baş başa bırakır. Zihin o doğanın parçasıdır ve insan
ona güvenmek zorunda kalınca, fiziksel-matematiksel akla imanla eğitilir. Şimdi
akla olan inanç da kaybedilince, insan ona kalan tek şeye dayanarak ayakta
durmak zorunda: Düş kırıklığı içindeki yaşantısına. … Bu nedenle, içinde
bulunduğumuz şu an, tarihin tarihsel akıl olarak yeniden düzenlenmesi
çağıdır.”[1]

Böyle gelişen bir kültürel yapının, eleştiriler,
sorgulamalar karşısında dayanıklı bir temele yaslanabilmesi için görev Batı
Uygarlığı bağlamında Felsefe’ye, daha özelde ise Epistemolojiye (daha da özelde
ise onun bir pratiği olarak, bir uygulamalı Epistemoloji olarak Bilim’e) düşer.
“Yeni çağın klasik programı olan Metot Üzerine Konuşma'yı açıp bakarsak, şu
tümcelerle doruğuna eriştiğini görürüz: “Geometricilerin en çetin
ispatlara varmak için genellikle yararlandıkları, hep basit ve kolay olan uzun
mantık zincirleri insanın bilgi alanına girebilecek bütün şeyleri işte böyle
aynı biçimde birbirini izlediğini hayal etmeme fırsat vermişti, o zaman
yalnızca onlardan gerçek olmayan birini gerçek sayma hatasına düşmeksizin ve
birini öbüründen çıkarsama düzenini koruma koşuluyla, hiçbirinin eninde sonunda
ulaşamayacağımız kadar uzak ve keşfedemeyeceğimiz kadar gizli olmayacağını
düşündüm.” (René Descartes (1596-1650), Discours de la Methode (1637) Oeuvres,
Adam et Tannery basımı, CiltVI, s.19) Bu sözler rasyonalizmin şafağını haber
veren horoz ötüşüdür, çağın, Modern Çağ diye adlandırdığımız tüm bir çağın tan
sökümünün heyecanı. … Nezaketsizlik etmemiş olmak için bir yana bıraktığı
tanrısal sırlar dışında, adamın gözünde çözülmeyecek sorun yok.”[2] İşte bu Felsefe, metodik
şüphe ile insana kendi varlığından dahi şüphe edermiş gibi görünmesini sağlayan
bir test ortamı oluşturarak ve bu test ortamında yürütülen bir öz sorguyu “Düşünüyorum.
O halde varım”[3]
sonucuna ulaştırarak gerçekten oldukça radikal ve sağlam bir temel sağlamıştır.
Böylece insan nihayet varlığını başka bir varlığın tanıklığı, tanıması ve geri
bildirimi yani sağladığı bilgiyle değil, kendi özünden hareketle delillendirebilmiştir
(Daha sonra da değinileceği gibi insan aslında kendi varlığını söze dökmeden
önce de hissetmektedir, bilmektedir. Bu durumda buradaki başarı insanın kendi
varlığını kendi kurduğu ve Bilgi olarak adlandırdığı simülasyon sistemine dahil
edebilmesini, tartışılmaz bir sabit olarak ekleyebilmesini sağlayan bir dilsel
ifade geliştirilmesindedir). Yani Metafizik ve Epistemolojik anlamda dış bir
kaynağa olabildiğince mesafeli kalarak, tamamen ve sadece kendi kabiliyetiyle,
varlığıyla ve kaynaklarıyla varlığını önce temellendirmeye ve sonra
mükemmelleştirmeye imkân sağlayacak bir başlangıç noktası, bir temel ve bunun
üzerine yükselecek dayanıklı bir kurgu sistem, yani Bilgi, yani kültür, yani
Batı Uygarlığı artık mümkündür/ vardır. Varlığını, başka bir varlıktan istemek
zorunda kalmadan, dua etmek zorunda kalmadan, kendi öz kaynaklarına dayanarak sürdürebileceğine
artık itimat etmeye başlayan insan kaçınılmaz olarak Tanrılaşmaya[4]
yönelmiş olur.

(Örnek olarak Homo Deus kitabının bir kısmına dipnot veriyorum ama bu kitabın aslında tamamı ve bizzat kendisi insanın “Tanrılaşma Umudu”nun bir
tezahürüdür. Böyle bir kitabın yazılmış olması bir yana, bir, çok satan kitap
olması da önemli bir göstergedir)

Batı Uygarlığı örneğinde, mitolojiden hikâye kısmını
ayırıp ana fikri yani insan gibi Tanrı fikrini Felsefe’ye Tanrı potansiyelli
insan olarak aktararak sistemleştiren akıl, nefsin Tanrılaşma çabasına hizmete
başlamıştır. Bu seyir üzerine nefsin, Batı Uygarlığı tarihi boyunca, sürekli
arayışına devam ettiğini görebiliriz. Bahsi geçen ifadesinden hareketle Descartes’in
çabasını da bu çerçevede değerlendirebiliriz.

[1] José
Ortega Y. Gasset, Sistem Olarak Tarih, Çev.: Neyyire Gül Işık, (İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011), s. XIV

[2] José
Ortega Y. Gasset, Sistem Olarak Tarih, s. 6

[3] René
Descartes, Metot Üzerine Konuşma, Çev.: İbrahim Ethem Mesut, Sad.: Ali Utku,
Kemalettin Kuzucu, (Erzurum: Babil Yayınları, 2000), s.73

[4] Yuval Noah Harari, Homo Deus -Yarının Kısan Bir Tarihi-, Çev.: Poyzan Nur Taneli, (İstanbul: Kolektif Kitap, 2017), s. 234 vd.

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski