Hakim Uygarlık Anlayışının Bazı Epistemolojik Sorunları

Bilgi üzerine konuşma hakkını bilimsel kurumlar, inanç üzerine konuşma hakkını dinî kurumlar tekellerine aldıklarında nasıl medeniyetler kurulduğunu tüm insanlık birlikte deneyimledi. Oysa bilgi ve inanç arasında bir oraya bir buraya savrulmadan da insanın tüm potansiyelini kullanmasına imkân sağlayan bir kabulle, inanca terkedilmiş bilgi alanlarını ve bilgi olduğu kabul edilen inançları netleştirecek açıklamalarla, tanımlarla veya ilişkilendirmelerle başka türlü bir kültür, medeniyet ve uygarlık mümkün olabilir.

İnsanı, Aristoteles’den mülhem bir şekilde, biyolojik mekanizmasına doğru zamanda doğru şekilde müdahale edildiğinde davranışları anlaşılabilecek ve belirlenebilecek maddî varlığından ibaret gören Batılı, teknik odaklı kültür, Hobbes’a atfen, bir kurttan korunma yöntemlerini, nasıl kurdu yok etmek için de kullanıyorsa, başka bir insanı kendisine karşı bir tehlike olarak, yani insanı kurt olarak gördüğünde insanı yok etmek için de kullanır hale gelir. Böyle bir yaklaşım uygarlığı budayan, sakatlayan bir ortam oluşturur. İnsanın, doğaya karşı mücadelesini kolaylaştıran Epistemolojik
yaklaşımlarla, insana karşı mücadelesini de kazanacağını düşünmesi, bir arada yaşamanın neden olduğu sorunları teknik anlamda çözülmüş gibi gösterse de, etik ve estetik değerler bağlamında giderek artan bir vahşileşmeye ve yabanileşmeye neden olur.

Bu düşünce yapısına farklı bir açıdan Alev Alatlı’nın ifadeleri doğrultusunda da oldukça anlamlı bir eleştiri getirmek mümkündür.

Batı zihniyetini şekillendiren, parametrelerini, doğru- yanlış cetvellerini tanzim eden, Eski Yunan. Demokritos’un kâinatı atomlar ve boşluklardan ibaret. Eflatun’un dünyası keskin üçgenlerle dolu, Aristo’nun mantığı siyah- beyaz kurallarla… Aristo’yu izleyen kuşaklar, aklı ve kâinatı onun mantığı ve bilimsel eğilimleri doğrultusunda algılamaya devam ettiler. Çağdaş bilim, matematik, mantık ve kültür Dünya’nın siyah- beyaz olduğu ve bu niteliğinin değişmediği esası üzerine kuruldu. Ağzımızdan çıkan her önerme ya doğru ya da yanlış. Her yasa, her yönetmelik, her kural kesin. Dijital bilgisayarın 0- 1 ikili sistemi, siyah- beyaz dünya anlayışının zaferi gibi. …Heyhat, sahici dünya Aristo’nun tanımladığı gibi değil.

Puslu Mantık, Kaos Teorisi* ve Kuantum Fiziği’nin de işaret ettiği Yeni Bilgi, Felsefe’nin “Geleneksel Bilgi” kabullerini de sarsmaktadır. Bu kavramların açtığı kapıdan henüz sistematik bir Yeni Bilgi
teorisi geçmemiş, daha çok popüler kültür ticareti için kullanılmış olsa da, yeni Epistemolojinin ilk taşları da döşenmiş bulunmaktadır bir kere. Hatta bu kavramların ticaretinin yapılıyor olması, Batı Felsefesi’nden çağrıştırdığı bir örnek üzerinden, tarihsel olarak bir yenilenme döneminin ilk işareti olarak da okunabilir: Sokrates’in Antik Yunan düşüncesine açtığı “Kendini Bil!” parantezinin yaşadığı dönem için aslında nasıl kıymetli bir çaba olduğunu bugün bile takdir edebilmekteyiz. İlginç olan ise bugünkü Batı Dünyası için benzer süreçlerin yine yaşanmasıdır. Tıpkı o zaman gezgin bilginler olarak anılan Sofistlerin (Felsefeci), halkın rağbet gösterdiği retorik gibi alanlarda verdikleri ücretli
eğitimlerin benzerlerini bugün “Kuantum”u kullanarak ün, şan, şöhret, mutluluk vb. talepler için
seminerciler vermektedirler. Biraz Hint kültüründen, biraz Modern Psikolojiden toplama kavramlarla, Kişisel Gelişim başlıklı seminerler, kitaplar, kamplar, gruplar veya yaşam koçluğu üzerinden doğrudan verilen “eğitimler”le, modern insanın para, şöhret, mutluluk ve ilgi taleplerini tatmin vaatleri satarak
geçinen bu insanların Sokrates’in de eleştirdiği** Sofistlerden farkı pek yoktur. Çünkü Sofistler o dönemde Hikmet (Sophia) başlığı altında demogoji eğitimi bile vermişlerdir. Oysa Hikmet’in gerçek arayıcısı ve seveni olan bazı Filozoflar bu uğurda Doğu’ya seyahat etmişler hatta Hikmet’ten hayatlarını devam ettirmek için kâr etmek bir yana, Hikmet uğruna Sokrates gibi hayatlarından vazgeçmişlerdir. Modern Sofistlerin (Seminerciler), Modern Bilimin dogmatizmini eleştiren fiilleriyle, Sokrates’ten sonra girilen Epistemoloji labirentinin başlangıç noktasını işaret ettikleri söylenebilir. Felsefeciler ve Filozoflar hakkında ek bazı açıklamalar için:

 

İnsanın insana ve doğaya bakışını bahsi geçen teknik
aklın ihtiyacı ve çalışma prensibi gereğince önemi vurgulanan bilgi
çerçevesinden daha üst bir bağlama yükseltecek bir kavramsal temele ihtiyaç
vardır. Öyle ki bu temel üzerine bina edilen bir değerler sisteminde insanın Biyolojik varlığını devam ettirmek gibi “temel ihtiyaçlarından” daha fazla şeye
ihtiyacı olduğunu kabul edip, gereğince davranmak mümkün olabilsin. Bu ise
varlığa, doğaya, insana bilgi kabulünden daha geniş bir çerçevede, Epistemolojik İnanç gibi
bir kavramla yaklaşmayı gerektirir.

Bilgi ve inancın insan düşünüşünün ve yapıp
etmelerinin temelinde birlikte yer aldığı bir anlayış için Felsefî bir dokunuş
gerektiği kadar, insanın fiziksel, zihinsel varlığını hatta daha ötesinde
canlılığın ne olduğunu bugüne kadarki birikimden yola çıkarak yeniden düşünmek
ve bundan sonraki ilmi hedefleri bu düşünüşler doğrultusunda seçmek de gerekir.
Böylece insanın modern zamanlarda, bugüne kadar bilme ile sınırladığı varlıkla
olan ilişkisini inanma ile genişleterek birçok fiilini -örneğin, Antik Yunan ve
Kuzey Avrupa Kültürü ile doğrudan ilişkili bir düşünce birikimi ve yöntemi
olarak Felsefe’den çok, insanın tüm potansiyelini kullanmayı amaçlar bir
şekilde ve farklı kültürlerin düşünce üretme teknikleriyle zenginleştirilmiş
bir çaba olarak Akletme etkinliğine itibar göstermek gibi- dönüştürme ve tabii
ki zenginleştirme imkânına kavuşur. Ancak bu, Biyolojik, Psikolojik, Sosyolojik, Teolojik ve Antropolojik açılardan da ele alınması ve desteklenmesi
gereken yeni bir bağlam olduğundan ve temel bazı başka taşların daha
yerlerinden oynatılmasını ve yerlerine konulmasını gerektirdiğinden şimdilik
bir Biyolojik örnekle yetinilecek ve “Felsefî” dokunuşa ağırlık verilecektir:

Görsel yolaktaki hücrelerin tetikleyici özelliklerini
belirlemek, tek bir hücre içine bir mikroelektrot yerleştirmek gibi hassas bir
ustalık gerektiriyor. Bu işlem hayvanın canını yakmadan yapılıyor.
Gerçekleştirdikleri maymun deneyinde Amerikalılar hayvanın gözlerinin önüne bir
taç konturu koyduklarında, saptayıcı hücreden bekledikleri ilk zayıf tepkiyi
aldılar. Bundan cesaretlenip, taç konturunda oynamalar yaparak konturu insan
eline çok benzer bir şekle gelene kadar uzattılar. Hücre daha canlı bir şekilde
ateşleme yaptı. Deneyi insan elinin şekliyle yinelediklerinde, hücreden gelen
kesik kesik impulslar hücrenin amacını keşfetmeye yakın olduklarını gösterdi.
Sonunda, bir maymun elinin şeklini verdikleri kontur karşısında ‘Hücre çılgına
döndü… hücreden akan elektrik boşalmaları saniyede 1000 seviyesindeydi.’ Deney,
maymunun beynindeki o tek bir hücrenin görevinin maymun elini tanımak olduğunu
kanıtladı.

Bu deneye göre, bir maymun beyninde maymun elini
tanımak gibi çok spesifik bir göreve hasredilmiş tek bir hücre vardır. Yapılan
başka çalışmalara***
göre ise kurbağa ve kedi görme sistemlerinde sadece belli türde şeyleri
görmekle görevli hücreler ve yapılar olduğu anlaşılmıştır. Canlı bedeninin
hücre seviyesinde özelleşmiş bu tür görevlerini, herhangi bir kültürel değere
göre seçilen bir kavram etrafında birleştirmek, yorumlamak bazı potansiyel
yeteneklerin bu esnada pasifleştirilmesine neden olabilir. Bu çalışmanın
gösterdiği gibi, maymun elini tanımak için özelleşmiş bir hücre söz konusuysa
beyindeki milyarlarca hücrenin her birinin başka ne gibi görevleri
olabileceğini anlamak hem bilgi kabulünü hem evren ve canlı algısını radikal
bir biçimde değiştirebilir. Başka bir varsayımsal örnek olarak, doğrusal zaman
algısının çok net tanımlandığı ve öncelendiği bir toplumda, insan vücudunda
zamanı farklı bir şekilde algılayabilen bir hücre veya organın olması
durumunda, bu organın algıladıklarını ifade etme imkânının oldukça sınırlanmış
olabileceğinden bahsolunabilir. Bu durumda bir insanın, bu organın veya
hücrenin sağladığı bilgiyi sistematize etmeye, anlamlandırmaya yönelik
göstereceği çabalar, en hafifinden görmezden gelinebilir ve belki insanın
toplumdan dışlanmasına varan tepkiler görmesine neden olabilir
demektir.

(Filmin tamamı da oldukça ilgili konumuzla ama burada özellikle vurgulamak istediğim kısmı 1:33:58 de kızına babasının kaldıramayacağı bir bilgi verdiğinden bahsettiğ kısım.)

Bu
gibi örnekler, hemen her toplumda kabul gören ve reddedilen kavramlar ve kabuller
çerçevesinde bir bilgi anlayışının inşa edildiğini delillendirir. Bu da
bilginin kültürel bir inşa olduğu anlamına gelir.

Bu bağlamda, bahsedilen örneklerde olduğu gibi, nasılı
yeni anlaşılmış mekanizmaların ürettiği bilgiler göstermektedir ki, nasılı henüz
açıklanmamış ama ürettiği bilgilerden faydalanmaktan geri durulmamış kimi
mekanizmalar, kültürel (bu durumda Felsefi) bilgi kabulüyle desteklenmiyor olsalar dahi, kişisel
Teolojik ve Epistemolojik inançlar olarak, bireysel Epistemolojik anlayışlara zaten dahil edilmektedir.
Bu nedenle sistemli bir şekilde ve herkes için Epistemoloji ile ilgilenenlerce
de -yani bireysel bir bilme çerçevesi için değil, profesyonel bir amaçla-,
inanca gerekli ağırlığı veren bir tavırla, henüz bilimsel temeli açıklığa
kavuşmamış bilme yolları da bilgiye dahil edilerek bilginin sınırları
genişletilebilir ve daha kapsamlı bir varoluş ve uygarlık bilincine
kavuşulabilir. Böyle çalışmalar için illa ve öncelikle Fizik temelli
incelemelerin, keşiflerin beklenmesi gerekmez. Oluşturulabilecek yeni
sistematiklerle bugün inanç olarak kodlanmış birçok bilgi, “Yeni Bilgi”
sıfatını kazanabilir.

Batı Felsefesi’nin “Geleneksel Bilgi” çerçevesinden kaynaklanan bu tür sorunların yanında Batı Bilimi’nin “Geleneksel Bilimsel Bilgi” kabulünün neden olduğu sorunlardan da bahsetmek gerekir. Bu hususta çeşitli alanlarda eserler vermiş insanların bu eserlerinden alıntılarla Bilimsel Bilgi’nin sorunlarını ortaya sermeye çalışacağım.

İktisatçılar üzerinde çalıştıkları teorik alana bilim demeye, bilimsel zorunluluklarından,
bilimin yönteminden, bilimsel tahminlerden söz etmeye bayılırlar. Bu kadar çok
‘bilim’ lafı duyan sokaktaki adam da, iktisadın doğruluğu tüm iktisatçılar
tarafından kabul edilmiş ve kesinkes kanıtlanmış teorilerle dolu olduğunu
zanneder. Bilimsellik iddiası, şüphesiz profesyonel iktisatçının, aldığı ücret
karşılığında topluma bir şeyler verdiğine inanmasında ve ücret ödeyenleri ikna
etmesinde önemli bir unsurdur. Ne var ki, dış dünyaya karşı özenle korunan bu
‘bilimin’ içine girildiğinde, değişik bir manzara ile karşılaşırlar; dışarıdan
aynı paradigma içinde gibi duran iktisatçıların bile en basit kavramlar üstünde
anlaşamadıkları, kanlı-bıçaklı oldukları görülür. Hele günlük sorunların
ayrıntılarına indikçe, birbiri ile hemfikir iki iktisatçı bulmak imkânsızlaşır.
Samuelson, bu sorunu şöyle özetliyor: ‘Parlamento 6 iktisatçıya fikir danışsa,
7 fikir gelirdi. İkisi şüphesiz kolay fikir değiştiren Bay Keynes’ten’.

Ekonomik bilgi hakkındaki böyle bir örnek, sadece
bilginin bilim profesyonellerinin kanaatleri doğrultusunda inşa edilmesine
değil, aynı zamanda bilginin iktidar tarafından seçilmesine de delil olur.
Çünkü üzerinde güç sahibi olmanın arzulandığı ekonomik değerler hakkında, neyin
bilgi olup olmadığının belirlenmesi de bir güç sorunu olur. Bugün Dolar’ın
diğer para birimleri karşısındaki kıymetinin maddî ve nesnel esaslardan çok
itibari olarak belirlenmesi, güçlü bir ABD var oldukça Dolar’ın kıymetli olacağı
anlamına gelir. Dolayısıyla neyin ne kadar maddî kıymetinin olacağının da
ekonomi alanında olduğu gibi başka her alanda da muktedirler tarafından
belirlendiği söylenebilir.

Modern Bilimsel Bilgi kabulünün sorunlarından bir diğeri ise
reddedilen alternatif bilgi sistemlerinin, aslında dünyaya kabul ettirilmeye
çalışıldığı gibi çokta anlamsız olmadığının giderek daha fazla vurgulanmasıdır.
René Guénon, bu bağlamda Simya ve Kimya ilişkisini şu ifadelerle açıklıyor:

Simya konusunda modernlerin bilgisizliğine gelince, en azından astroloji
konusundaki bilgisizlikleri kadar büyüktür. Gerçek Simya aslında Kozmoloji
alanına ait bir bilimdi, fakat aynı zamanda, ‘makrokozmos'un 'mikrokozmos'a,
büyük evrenin küçük evrene benzerliği gereğince, beşeri alana da
uygulanabiliyordu. Ayrıca Simya, özellikle salt manevi alana geçişi sağlamak
amacıyla kurulmuştu. Bu geçiş Simya öğretimlerine simgesel bir değer ve üstün
bir anlam veriyordu ve onu 'geleneksel bilimler'in en kapsamlı örneklerinden
biri yapıyordu. Modern Kimya'nın doğmasına yol açan bu Simya değildir; Simyayla
onun hiçbir ilişkisi yoktur. Aksine Modern Kimya, Simya'nın bir bozuntusudur;
kelimenin en kesin anlamıyla, onun bir sapmasıdır; belki de Ortaçağ'dan beri,
simgelerin gerçek anlamını kavramaktan aciz, her şeyi harfi harfine alan ve
bütün bunlarda sadece maddî işlemlerin söz konusu olduğunu sanarak, az çok
düzensiz bir deneyciliğe girişen kimi insanların anlayışsızlığının yol açtığı
bir sapmadır bu. Simyacıların alay yollu 'körükçüler’ ve 'kömür yakıcıları’
diye nitelendirdikleri bu kişiler bugünkü Kimyacıların gerçek öncüleri,
müjdecileri olmuşlardır. İşte modern bilim, eski bilimlerin kırıntıları
yardımıyla ve eski bilimlerin reddedip, cahillere ve 'din dışı kimselere’ terk
ettiği malzemelerle bu şekilde kurulmuştur.

Bilimsel Bilgiye angaje Modern Epistemoloji’nin reddettiği alternatif bilgi
sistemlerinin, reddetmekle yok olmayacağını bildirir bir şekilde yeniden ve
daha güçlü bir halde gündeme gelmeye başlamasının nedenlerini ise Brian Fay şu
şekilde açıklıyor:

Toplumsal araştırmaların bilimselliği meselesi
popülaritesini yitirdi. Bunun sebeplerinden biri, doğa biliminin bir zamanlar
birçok kimsede yarattığı hürmeti artık yaratmaz olmasıdır. Eskiden toplumsal
araştırmalar Felsefesinin dayandığı önvarsayım, doğa bilimlerinin bütün bilişsel
girişimleri ölçen bir mihenk olduğuydu. Ancak bugünkü entelektüel iklimde doğa
bilimleri bu ayrıcalıklı konumunu yitirdi. Bunun nedenleri karmaşık: Bunlar
arasında, Temel Bilimlerin yönetimler ve endüstri tarafından nükleer silahlanma
gibi alanlarda suistimali, doğa bilimlerinin esinlediği teknolojinin
tehlikeleri, ekolojik felaketleri haber veren tehlikeler, alternatif bilgi
biçimleri konusundaki yaygın bilinç ve bilimlerin çizdiği, soğuk ve kayıtsız
bir evrende yaşayan insanlık portresi bulunuyor. Fakat entelektüel etkinliğin
paradigması olan bilimin Felsefe alanında çöküşü, pozitivizmin ölümü ve bunun
doğal sonucu olarak da perspektifçiliğin doğuşuyla bağlantılıdır.

İnsanın bilgi edinmek için uyaranları toplamak üzere
görevli olan algı organlarının çalışma mantığı üzerinden de bilgiye
yaklaşılırsa, varlığa ve bilgiye karşı tavır farkları konusunda önemli
tespitler yapılabilir. Örneğin ses ve ışık aracılığıyla varlıktan gelen
uyaranlar, insanın varlıkla doğrudan temas etmesine gerek bırakmadan göz ve kulakla
toplanabilmektedir. Diğer taraftan, tat, koku ve dokunma hisleri üzerinden
varlıktan gelen bilgileri almak, temas halinde olmayı zaruri kılar.

Işık, varlığın kendisinden bir parça taşımaz. Varlığın
görselliği, ışığın varlıktan yansıyıp, çeşitli şekillerde kırılması ile
oluşturulur. Dolayısıyla, bu durumda varlığa dair bir bilgi edinilmesine
rağmen, bu çoğu zaman görece ikincil derecede önemli bir bilgi olur. Ses de
aynı şekilde varlığın kendisinden bir parçayı değil, varlığın havayı nasıl
titreştirdiği bilgisini taşır. Bu bilgiler bağlamına göre zaman zaman aslî bir
öneme sahip olabilirler ancak varlığa dair aslî bilgiler çoğu zaman bu
niteliklerin sergileyebileceklerinden daha derindedirler.

Tat, koku ve doku bilgisi ise hem varlıkla doğrudan
temas etmeyi gerektirirler hem de görüntü ve sese göre varlığın özüne dair daha
yakîn bir bilgi verebilirler. Tat ve kokuyu algılamak, varlıktan parçacıkların
algı organlarına ulaşmasını hatta bu parçacıkların insan bünyesine katılmasını
gerektirir. Her zaman beslenme amacıyla varlığa yaklaşılmadığı gerçeğine rağmen
beslenme gibi insan vücudu için en temel gereksinimlerden birinin de tat ve
kokuyla olan sıkı ilişkisi, tat ve kokunun varlığa dair aslî bilgiyi taşıma
konusunda görüntü ve sesten daha doğrudan bir yetkisi olduğu gerçeğini
delillendirir.

Diğer taraftan görüntü ve sesin, tat, koku ve dokuya
oranla daha uzak mesafelerden algılanabilmesi onlara görece bir üstünlük sağlar
görünmektedir. İnsan böylece, doğrudan temasın imkânsız veya tehlikeli olduğu
durumlar hakkında yine de bilgi edinebilmektedir. Görüntü ve sesin bu göreceli
avantaj nedeniyle, insanın varlığa Epistemolojik yaklaşımının temel
belirleyicisi olmaları ise insanla varlık arasındaki mesafeyi artırır ve doğal
olarak elde edilen bilginin gürültü ve bozulmalardan daha fazla etkilenmesine
neden olur. Dolayısıyla görüntü ve sesle bilgi elde edilmesine dayanan birçok
sistem, varlığın kendisini doğrudan deneyimleme durumuna göre oldukça aldatıcı
kurgusal gerçeklik algılarının oluşmasına neden olur.

Bu çıkarımdan devam edilirse, insanın herhangi bir
varlığın kendisini doğrudan deneyimlemesi ile elde edebileceği bilgiden daha
doğrudan bir bilginin ise insanın var olmayı, varoluşun bizzat kendisini
doğrudan deneyimlemesini sağlayan, kendi varoluşu, kendi zihni, kendi bedeni
hakkında, içsel bir bakışla ve incelemeyle elde edebileceği bilgi olduğu ortaya
çıkar. Bu ise, insanın, “Kendini Bil”mesidir.

Niçindir ki dış dünyanın
bilgisini kazanmada çok daha başarılı olmuşken anlığı keşfetme uğraşında
böylesine az ilerleme elde ettik? Uzak yıldızların ve bulutsuların kendilerine
uyumlu olarak davranıyor göründükleri yasalar bulduk; ama çok daha yakınımızda
yatan ve ulaşabilmek için apaçık bir ayrıcalıktan yararlanıyor göründüğümüz
insan anlığını anlamada eşit ölçüde başarılı olamadık.

Ayrıca ses ve ışığın mesafe avantajı evren ölçeğinde
mesafeler söz konusu olduğunda hem anlamsızlaşmakta hem de aldatıcılığı
artmaktadır. Şu an gökyüzünde görünen birçok ışık kaynağı ışığın milyarlarca
yıllık mesafeden gelmesi nedeniyle sadece geçmişin bilgisini taşır. Bu ışık kaynakları
en iyi ihtimalle şu anda daha farklı bir haldedirler veya belki var
olmayabilirler dahi. Gözümüzü gökyüzüne çevirdiğimizde o kadar hızına rağmen
ışığın dahi bilgi taşımaktaki sınırı aşılmaktadır. Bu da bizi farklı bir bilgi
iletim yöntemini aramaya mecbur bırakır. Gökyüzünün güncel halini Felsefi ve Bilimsel gelenekte
kabul gören hangi algı organı veya bunların uzantısı gibi davranan nasıl bir
araç bize sağlayabilir?

Bütün açıklamalardan sonra denilebilir ki,

Modern
Dünya sistemi, sistemsel bir kriz içindedir, bunun sonucunda bilgi
yapılarımızda da bir kriz söz konusudur. Bundan dolayı, bir değil iki temel
toplumsal belirsizlikle karşı karşıyayız. Bu belirsizliklerden ilki; inşa
etmekte olduğumuz yeni tarihsel sistemin doğasının ne olacağıdır. İkincisi ise;
inşa etmekte olduğumuz yeni bilgi yapılarının epistemolojisinin ne olacağıdır.

Geleneksel ve Felsefî Bilgi kabulünün sorunlu
alanlarına dair başka örneklerde verilebilir ancak,

Değerlerimiz, yaptığımız
bilimin bütünleyici bir parçasıdır; bu anlamda bilim her zaman için
Felsefedir.

gibi bir ifadeyle bilgi sorununun özetlenmesi daha uygun görünmektedir.

 

* James
Gleick, Kaos Yeni Bir Bilim Teorisi,
(1987), (Çev.:Fikret Üçcan), 11. Baskı, TÜBİTAK, Ankara 2003, s. IV vd.

**
Platon, Sofist, (Çev.: Cenap
Karakaya), Sosyal Yayınları, İstanbul 2000, s.42

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski