Öncelikle sözlükçemizi bir kuralım. Bilen bilir, tavşanın suyunu suyu bir Nasreddin Hoca fıkrasından mülhem bir deyimdir. Fıkra şöyle:
Köylünün biri Hoca'ya bir tavşan getirir. Hoca, köylüyü elinden geldiği kadar yedirir, içirir. Bir hafta sonra aynı adam yine gelir. Hoca tanıyamaz.
– Geçen hafta size tavşan getiren köylüyüm, der.
Hoca yine güler yüz gösterip çorba çıkarır:
– Tavşan suyundan çorbaya buyurun! diye ufak bir laf da dokundurur.
Aradan birkaç gün geçer, üç köylü gelip hocaya misafir olmak isterler. Hoca:
– Siz kimlersiniz, diye sorar.
– Tavşan getiren köylünün komşusuyuz! derler.
Hoca, la havle çeke çeke bunlara da çorba çıkarır, misafir eder.
Bir hafta sonra yine birkaç kişi gelir. Hoca, bunlara kim olduklarını sorar.
– Tavşanı getirenin komşusunun komşusuyuz! derler.
Hoca bozulur. Ama belli etmez. Misafirlere:
– Hoş geldiniz! der.
Ancak yemek olarak önlerine bir tas su getirir. Köylüler tasa şaşkın şaşkın baktıktan sonra, bunun ne olduğunu sorarlar.
Hoca, yapılan bir iyiliği istismar eden bu insanlara, gereken dersi şu sözlerle verir.
– Ne olacak? Tavşanın suyunun suyudur.
Ortada bir tavşan kalmamış ama tavşandan beslenmek, nemalanmak isteyenlerin sonu gelmemiş. E ne olacak? O halde gelsin tavşanın suyunun suyu :)Türev meselesine gelince... Türev kavramı matematiksel olarak değişimin bulunmasıdır. Gündelik hayata geçince bir şeyin "yeni bir çeşidi" filan gibi anlamlarda kullanılır olmuş. Bakış açısına göre doğru veya yanlış bazı tanımlar ve algılamalar da var ayrıca. Ama genel olarak türev deyince gözümün önüne analitik düzlemde bir eğrinin belli bir noktasının değerini bulma çabalarımız geliyor. Daha genel bilinen bir tanım olarak bir çembere çizilen bir teğetin eğimi diyebiliriz.
Türevin türevinin 0 olduğu (2.derece denklemlerde) ise türev hakkında artık sözelcilerin bile bir genel kültür bilgisi olarak bildikleri bir gerçektir. Çünkü bir eğrinin türevi alınınca sabit bir değere ulaşılır. Sabit değerde değişim ihtimali olmadığından sabit değerlerin türevi de sıfır olur. Bu aslında "bir eğri üzerindeki bir noktanın değerini illa sabit bir değerle mi ifade etmek zorundayız" diye soran biri tarafından eleştirilebilecek bir ifadedir. Çünkü "o noktanın türevi olan sabiti veren ve eğriyi oluşturan fonksiyonla aynı değişkenlerle oluşturulmuş yeni bir fonksiyonla yeni türev alınamaz mı?" diye sormakta mümkün. Derinlemesine girecek değilim ama önceki cümlenin daha sözel ifadesi olarak şunu söylemeliyim: bir değişim tüm süreçten bağımsız olarak ele alınıp onun da türevi alınırsa 0 değerine ulaşılır ama o değişim hala bir sürecin parçası olarak ele alınırsa onun da türevi alınabilir demektir. Daha da öz olarak türevin türevi olaya bakış açınıza göre 0 olmayabilir diyebiliriz.
Soyutlama ise TDK'ya göre "Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlem, gerçeklikte ayrılamaz olanı düşüncede ayırma, tecrit, abstraksiyon" demek.
Felsefe ise: Şaka şaka o kadar değil :D (Aslında o kadar da, şimdi değil)
Bu üç ifade de görüldüğü üzere aslında birbiriyle ilişkili olarak hatta aynı durumu farklı terminolojilerle ifade etmek için kullanılabilecek ifadeler. Örneğin Ekonomistlerin türev piyasalar dedikleri Finans piyasalarını aslında bu üç kavramla da gayet güzel açıklarız: İrfan terminolojisinde (o ne dedim öyle :)) paradan para kazanmaya çalışanların bu halleri tavşanın suyunun suyundan bile beslenmeye çalışmak olarak böyle özlü bir fıkra ile ifade edilebilir. Fıkrayı okuyun, aynısını finans piyasalarında da yaşanıyor işte. Ya da insan için kendi başına bir değer ifade eden herhangi bir şeyin mesela en temel değerlerden olan insan emeğinin veya altının türevi alınarak para denilen bir değişim aracına bağlanması da bir soyutlamadır. Para kimin hangi emeği karşılığında veya hangi maddi varlık karşılığında bir değer ifade ettiğinden bağımsız olarak ülkenin genel ekonomik eğrilerinin bir türevi olarak bir değer halini almıştır. Daha da somutlaştırarak söylersek ABD altına endekslemekten vazgeçerek Dolar'ı ekonomisinin türevine dönüştürmüştür denilebilir.
Türev olmayan ekonomi takas ekonomisidir (Aslında tüm mallar insan emeğinin türevidir denilebilir ama o kadarına girmiyoruz). Para ile ilk türevin alındığını gördük. Sonra kredi kartları çıktı ve böylece paranın da türevi alınmış oldu. Sadece bankacılık sisteminde dönen, gerçekte çoğunu görmediğimiz bu yeni "paranın" aslında patlaması gerekirdi. Pratikte böyle birşey yaşanmasa da teorik olarak bu ihtimale işaret eden Dövüş Kulübü filmini izlemenizi öneriyorum. Kredi kartı firmalarının veri merkezlerine yapılabilecek bir saldırı ile bu, tavşanın suyunun suyu ekonominin nasıl patlatılabileceği ilginç bir şekilde anlatılmış bu filmde.
Gerçi bu türevin türevi ekonominin patlayayazdığı 1929 ve 2008 gibi ciddi krizler yaşanmamış değil. Ancak bu krizler küresel çapta bir "...ama bu tavşanın suyunun suyu" uyanışını tetiklemediği için (belki plasebo etkisi, belki tavşanın suyunun suyunda bir miktar besinin hala insanları canlı tutabilecek kadar da olsa kalmış olması nedeniyle) savaş çıkarmak, bir miktar prestij kaybını kabullenmek gibi yöntemlerle geçiştirilebilmiş.
Ancak artık türevin türevinin türevi ya da tavşanın suyunun suyunun suyu bir ekonomiye geçiş kapıda görünüyor: Dijital para. O kadar türev bir değer ki bu, bir değer olarak üretimi bile insan emeğinden olabildiğince soyutlanmış. Üretimini insanın yerini almaya başlayan bilgisayarlar yapıyor. Yani insan emeğinin ürünü olan bilgisayarın emeğinin bir ürününden bahsediyoruz. Bir türevlik de neredeyse tek hammadesinin enerji olmasında. Enerjiyi biriktirmiyor. Mesela hizmet sektörü gibi enerjiyle yapılmış bir işle bir ihtiyacı gidermiyor. Enerjiyi maddeye dönüştürmüyor. Enerjiyi sadece tüketiyor. Dolayısıyla olsa olsa enerjinin türevi diyebileceğimiz bir şeyden bahsediyoruz. Ancak bu türev 0'ı üreten bir türev. Çünkü aşırı soyutlanmış.
Burada soyutlamayı biraz açmak gerekiyor. Gerçeklik algımızın kendisi aslında bir soyutlamadır. Çünkü varlığın varoluşuna dair her hali, her bilgiyi bilebilmemiz mümkün değil (Varoluşumuzun sınırlılığı, varlığın tamamına hakim olmamızın engelidir). Varlıktan ayrı bir "ben" olarak kendimizi tanımladığımızda da bir soyutlama yapmış oluruz. Sonra algı organlarına sahip olmanın, aslında bir soyutlama olduğunu farketmeliyiz (gözümüzün olması, olmaması durumuna göre, daha fazla soyutlama yapmaya yönlendirir). Daha sonra algı organlarımız çalışırken bir soyutlama yapar (gözün ışığın belli aralıklarını algılayabilmesi). Daha daha sonra algıladıklarımız arasından bir soyutlama yaparız (beyinle veya algıladığımız bilgiler arasından işlemler yapan başka organlarımızla bazılarını elememiz gibi). Bir de ister gündelik hayatın, ister bilimsel yaklaşımın (evet bilim de yapar, hem de alasını, hem de gerçek bilgiyi üretmek için(!) İlginç değil mi?) gereği olarak pratiklik, geçerliliğin ve tutarlılığın denetlenmesi gibi amaçlarla soyutlamalar yaparız.
Bu halimizle ve bilgimizle bile varlıktan aslında oldukça soyutlanmış bir haldeyiz. Buna rağmen insan yapıp etmeleriyle yeni soyutlamalar yapmaya devam eder. Örneğin gözden hareketle bir soyutlama yapıp fotoğraf makinası icat ederiz. Ancak her soyutlamayla birlikte varlıktan biraz daha uzaklaşıp, daha kurgu bir evrene doğru ilerleriz. Peki bu kadar soyutlamayla hala nasıl "gerçekle" bağlantılı bir hayat yaşayabiliyoruz? İşte, ne kadar gerçek denilebilirse? (uçaklar düşüyor, binalar yıkılıyor vs.)
Gerçekten bu kadar kopuş önünde sonunda bir düzeltme gerektirir. Gerçekten sapmalar giderek biriken hata payları nedeniyle, gerçekle uyumsuz inşalar kurmamıza neden olur. Şanslıysak bu birikmiş hata payları daha baştayken krize neden olur ve küçük düzeltmelerle devam edebiliriz. Değilsek bu krizler, inşa ettiğimiz şeyleri "düzeltmeye daha alt seviyelerden başla" dercesine, daha radikal olabilir.
Türevin türevini 0 alan her işlem, bir noktayı ait olduğu noktalar kümesinden soyutlayarak incelemiş demektir. Dolayısıyla bu hata payı biriktiren bir sistem inşa eder. Ve önünde sonunda bir krize neden olur. Nasreddin Hoca tavşanın asıl besleyiciliğinden faydalanıp, faydalandırdıktan sonra, sürecin yeni bir tavşan getirmesini bekler. Ancak kolaya kaçan insan sisteme gerçek bir besin girişi yapmadan beslenmeye devam etmek ister. Hoca bir dereceye kadar tolere eder bunu. Ancak ikinci dereceye karşı su gibi "gerçeği" koyar insanın önüne (irfan ehli tabii). Hoca krizi türevin türevinde çıkarır yani (veya kontrollü bir şekilde misafirlerinin bu krizi çıkarmasını sağlar).
Ancak şu andaki ekonomik yapı hata paylarını düzeltmeye yanaşmadan devam etmek istiyor. Bu potansiyeli, krizi büyütmekten başka bir şey değildir. "Düzeltme hareketi" daha radikal olacaktır (Sadece bazı insanların "ekonomik" krizi bu kadar büyütmesine kayıtsız kalan çoğu insan yüzünden, kriz, tüm insanların "kayıtsızlık" hatasını düzeltmesini gerektirecek kadar radikal olacak ve tüm inşalarımıza daha alt bir seviyeden başlamak zorunda kalacağız yani. Daha da yanisi, böyle bir kriz, insanlığın tüm ortak birikimini riske atacak kadar büyük olabilir)
İşte bu nedenle, bu aşırı soyutlanmış mesele şimdiye çoktan patlamış olması gereken krizin yıkıcılığını artırmaktadır.
Dahada büyütebiliriz bu kriz potansiyelini. "Kaderden de öte bir kader vardır" ya, bize kader olarak görünen bu yıkım, öte bir kader olarak kıyametvari bir boyuta kadar büyütülebilir, evet. Bu da başka bir potansiyelimiz. Herkes kendi ateşini götürecekmiş ya, kendi kıyametimizi neden büyütüyor olmayalım ki?
Köylünün biri Hoca'ya bir tavşan getirir. Hoca, köylüyü elinden geldiği kadar yedirir, içirir. Bir hafta sonra aynı adam yine gelir. Hoca tanıyamaz.
– Geçen hafta size tavşan getiren köylüyüm, der.
Hoca yine güler yüz gösterip çorba çıkarır:
– Tavşan suyundan çorbaya buyurun! diye ufak bir laf da dokundurur.
Aradan birkaç gün geçer, üç köylü gelip hocaya misafir olmak isterler. Hoca:
– Siz kimlersiniz, diye sorar.
– Tavşan getiren köylünün komşusuyuz! derler.
Hoca, la havle çeke çeke bunlara da çorba çıkarır, misafir eder.
Bir hafta sonra yine birkaç kişi gelir. Hoca, bunlara kim olduklarını sorar.
– Tavşanı getirenin komşusunun komşusuyuz! derler.
Hoca bozulur. Ama belli etmez. Misafirlere:
– Hoş geldiniz! der.
Ancak yemek olarak önlerine bir tas su getirir. Köylüler tasa şaşkın şaşkın baktıktan sonra, bunun ne olduğunu sorarlar.
Hoca, yapılan bir iyiliği istismar eden bu insanlara, gereken dersi şu sözlerle verir.
– Ne olacak? Tavşanın suyunun suyudur.
Ortada bir tavşan kalmamış ama tavşandan beslenmek, nemalanmak isteyenlerin sonu gelmemiş. E ne olacak? O halde gelsin tavşanın suyunun suyu :)Türev meselesine gelince... Türev kavramı matematiksel olarak değişimin bulunmasıdır. Gündelik hayata geçince bir şeyin "yeni bir çeşidi" filan gibi anlamlarda kullanılır olmuş. Bakış açısına göre doğru veya yanlış bazı tanımlar ve algılamalar da var ayrıca. Ama genel olarak türev deyince gözümün önüne analitik düzlemde bir eğrinin belli bir noktasının değerini bulma çabalarımız geliyor. Daha genel bilinen bir tanım olarak bir çembere çizilen bir teğetin eğimi diyebiliriz.
Türevin türevinin 0 olduğu (2.derece denklemlerde) ise türev hakkında artık sözelcilerin bile bir genel kültür bilgisi olarak bildikleri bir gerçektir. Çünkü bir eğrinin türevi alınınca sabit bir değere ulaşılır. Sabit değerde değişim ihtimali olmadığından sabit değerlerin türevi de sıfır olur. Bu aslında "bir eğri üzerindeki bir noktanın değerini illa sabit bir değerle mi ifade etmek zorundayız" diye soran biri tarafından eleştirilebilecek bir ifadedir. Çünkü "o noktanın türevi olan sabiti veren ve eğriyi oluşturan fonksiyonla aynı değişkenlerle oluşturulmuş yeni bir fonksiyonla yeni türev alınamaz mı?" diye sormakta mümkün. Derinlemesine girecek değilim ama önceki cümlenin daha sözel ifadesi olarak şunu söylemeliyim: bir değişim tüm süreçten bağımsız olarak ele alınıp onun da türevi alınırsa 0 değerine ulaşılır ama o değişim hala bir sürecin parçası olarak ele alınırsa onun da türevi alınabilir demektir. Daha da öz olarak türevin türevi olaya bakış açınıza göre 0 olmayabilir diyebiliriz.
Soyutlama ise TDK'ya göre "Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlem, gerçeklikte ayrılamaz olanı düşüncede ayırma, tecrit, abstraksiyon" demek.
Felsefe ise: Şaka şaka o kadar değil :D (Aslında o kadar da, şimdi değil)
Bu üç ifade de görüldüğü üzere aslında birbiriyle ilişkili olarak hatta aynı durumu farklı terminolojilerle ifade etmek için kullanılabilecek ifadeler. Örneğin Ekonomistlerin türev piyasalar dedikleri Finans piyasalarını aslında bu üç kavramla da gayet güzel açıklarız: İrfan terminolojisinde (o ne dedim öyle :)) paradan para kazanmaya çalışanların bu halleri tavşanın suyunun suyundan bile beslenmeye çalışmak olarak böyle özlü bir fıkra ile ifade edilebilir. Fıkrayı okuyun, aynısını finans piyasalarında da yaşanıyor işte. Ya da insan için kendi başına bir değer ifade eden herhangi bir şeyin mesela en temel değerlerden olan insan emeğinin veya altının türevi alınarak para denilen bir değişim aracına bağlanması da bir soyutlamadır. Para kimin hangi emeği karşılığında veya hangi maddi varlık karşılığında bir değer ifade ettiğinden bağımsız olarak ülkenin genel ekonomik eğrilerinin bir türevi olarak bir değer halini almıştır. Daha da somutlaştırarak söylersek ABD altına endekslemekten vazgeçerek Dolar'ı ekonomisinin türevine dönüştürmüştür denilebilir.
Türev olmayan ekonomi takas ekonomisidir (Aslında tüm mallar insan emeğinin türevidir denilebilir ama o kadarına girmiyoruz). Para ile ilk türevin alındığını gördük. Sonra kredi kartları çıktı ve böylece paranın da türevi alınmış oldu. Sadece bankacılık sisteminde dönen, gerçekte çoğunu görmediğimiz bu yeni "paranın" aslında patlaması gerekirdi. Pratikte böyle birşey yaşanmasa da teorik olarak bu ihtimale işaret eden Dövüş Kulübü filmini izlemenizi öneriyorum. Kredi kartı firmalarının veri merkezlerine yapılabilecek bir saldırı ile bu, tavşanın suyunun suyu ekonominin nasıl patlatılabileceği ilginç bir şekilde anlatılmış bu filmde.
Gerçi bu türevin türevi ekonominin patlayayazdığı 1929 ve 2008 gibi ciddi krizler yaşanmamış değil. Ancak bu krizler küresel çapta bir "...ama bu tavşanın suyunun suyu" uyanışını tetiklemediği için (belki plasebo etkisi, belki tavşanın suyunun suyunda bir miktar besinin hala insanları canlı tutabilecek kadar da olsa kalmış olması nedeniyle) savaş çıkarmak, bir miktar prestij kaybını kabullenmek gibi yöntemlerle geçiştirilebilmiş.
Ancak artık türevin türevinin türevi ya da tavşanın suyunun suyunun suyu bir ekonomiye geçiş kapıda görünüyor: Dijital para. O kadar türev bir değer ki bu, bir değer olarak üretimi bile insan emeğinden olabildiğince soyutlanmış. Üretimini insanın yerini almaya başlayan bilgisayarlar yapıyor. Yani insan emeğinin ürünü olan bilgisayarın emeğinin bir ürününden bahsediyoruz. Bir türevlik de neredeyse tek hammadesinin enerji olmasında. Enerjiyi biriktirmiyor. Mesela hizmet sektörü gibi enerjiyle yapılmış bir işle bir ihtiyacı gidermiyor. Enerjiyi maddeye dönüştürmüyor. Enerjiyi sadece tüketiyor. Dolayısıyla olsa olsa enerjinin türevi diyebileceğimiz bir şeyden bahsediyoruz. Ancak bu türev 0'ı üreten bir türev. Çünkü aşırı soyutlanmış.
Burada soyutlamayı biraz açmak gerekiyor. Gerçeklik algımızın kendisi aslında bir soyutlamadır. Çünkü varlığın varoluşuna dair her hali, her bilgiyi bilebilmemiz mümkün değil (Varoluşumuzun sınırlılığı, varlığın tamamına hakim olmamızın engelidir). Varlıktan ayrı bir "ben" olarak kendimizi tanımladığımızda da bir soyutlama yapmış oluruz. Sonra algı organlarına sahip olmanın, aslında bir soyutlama olduğunu farketmeliyiz (gözümüzün olması, olmaması durumuna göre, daha fazla soyutlama yapmaya yönlendirir). Daha sonra algı organlarımız çalışırken bir soyutlama yapar (gözün ışığın belli aralıklarını algılayabilmesi). Daha daha sonra algıladıklarımız arasından bir soyutlama yaparız (beyinle veya algıladığımız bilgiler arasından işlemler yapan başka organlarımızla bazılarını elememiz gibi). Bir de ister gündelik hayatın, ister bilimsel yaklaşımın (evet bilim de yapar, hem de alasını, hem de gerçek bilgiyi üretmek için(!) İlginç değil mi?) gereği olarak pratiklik, geçerliliğin ve tutarlılığın denetlenmesi gibi amaçlarla soyutlamalar yaparız.
Bu halimizle ve bilgimizle bile varlıktan aslında oldukça soyutlanmış bir haldeyiz. Buna rağmen insan yapıp etmeleriyle yeni soyutlamalar yapmaya devam eder. Örneğin gözden hareketle bir soyutlama yapıp fotoğraf makinası icat ederiz. Ancak her soyutlamayla birlikte varlıktan biraz daha uzaklaşıp, daha kurgu bir evrene doğru ilerleriz. Peki bu kadar soyutlamayla hala nasıl "gerçekle" bağlantılı bir hayat yaşayabiliyoruz? İşte, ne kadar gerçek denilebilirse? (uçaklar düşüyor, binalar yıkılıyor vs.)
Gerçekten bu kadar kopuş önünde sonunda bir düzeltme gerektirir. Gerçekten sapmalar giderek biriken hata payları nedeniyle, gerçekle uyumsuz inşalar kurmamıza neden olur. Şanslıysak bu birikmiş hata payları daha baştayken krize neden olur ve küçük düzeltmelerle devam edebiliriz. Değilsek bu krizler, inşa ettiğimiz şeyleri "düzeltmeye daha alt seviyelerden başla" dercesine, daha radikal olabilir.
Türevin türevini 0 alan her işlem, bir noktayı ait olduğu noktalar kümesinden soyutlayarak incelemiş demektir. Dolayısıyla bu hata payı biriktiren bir sistem inşa eder. Ve önünde sonunda bir krize neden olur. Nasreddin Hoca tavşanın asıl besleyiciliğinden faydalanıp, faydalandırdıktan sonra, sürecin yeni bir tavşan getirmesini bekler. Ancak kolaya kaçan insan sisteme gerçek bir besin girişi yapmadan beslenmeye devam etmek ister. Hoca bir dereceye kadar tolere eder bunu. Ancak ikinci dereceye karşı su gibi "gerçeği" koyar insanın önüne (irfan ehli tabii). Hoca krizi türevin türevinde çıkarır yani (veya kontrollü bir şekilde misafirlerinin bu krizi çıkarmasını sağlar).
Ancak şu andaki ekonomik yapı hata paylarını düzeltmeye yanaşmadan devam etmek istiyor. Bu potansiyeli, krizi büyütmekten başka bir şey değildir. "Düzeltme hareketi" daha radikal olacaktır (Sadece bazı insanların "ekonomik" krizi bu kadar büyütmesine kayıtsız kalan çoğu insan yüzünden, kriz, tüm insanların "kayıtsızlık" hatasını düzeltmesini gerektirecek kadar radikal olacak ve tüm inşalarımıza daha alt bir seviyeden başlamak zorunda kalacağız yani. Daha da yanisi, böyle bir kriz, insanlığın tüm ortak birikimini riske atacak kadar büyük olabilir)
İşte bu nedenle, bu aşırı soyutlanmış mesele şimdiye çoktan patlamış olması gereken krizin yıkıcılığını artırmaktadır.
Dahada büyütebiliriz bu kriz potansiyelini. "Kaderden de öte bir kader vardır" ya, bize kader olarak görünen bu yıkım, öte bir kader olarak kıyametvari bir boyuta kadar büyütülebilir, evet. Bu da başka bir potansiyelimiz. Herkes kendi ateşini götürecekmiş ya, kendi kıyametimizi neden büyütüyor olmayalım ki?
Yorum Gönder