DİN- FELSEFE, AKIL- VAHİY İLİŞKİSİ

Kur’an’ın verdiği bilgiler açısından bakıldığında, tarih boyunca Allah her kavme bir peygamber göndermiştir. Bu her kavmin geleneksel kültüründe peygamber tebliğinin etkisinin olduğu fikrini güçlendirir. Ancak bazen iki peygamber arasında zaman farkı uzadığından bazı toplumların geliştirdikleri kültür ilahi tebliğden oldukça uzaklaşabilir. Bu durum Yunanlılar için de geçerli olabilir. Yunanlılara gönderilmiş bir peygamber hakkında elde kesin bilgiler olmamasına rağmen Hz. İdris’in valisi olarak görevlendirilmiş Zeus isimli salih bir insanın varlığına dair çeşitli nakiller söz konusudur. Bu durumda Zeus’un tanrılaştırılması ile paralel bir seyirde tebliğin özünden uzaklaşan bir toplumdan bahsedebiliriz.
Tebliğin mesajının bozulması insanları hikmetten uzaklaştırması ölçüsünde rahatsız eder. Zamanla aslından tamamen farklı bir dogmalar bütününe dönüşen din, hemen her toplumda giderek artan bir tepki geliştirilmesine neden olmuştur. Bu nedenle Yunanlıların andropormofik tanrılara karşı aklı kullanarak eleştiriler geliştirmeleri de Felsefe’nin ortaya çıkmasını sağlamış ve daha temelde din Felsefe ilişkisi çatışma üzerine kurulmuştur.
Felsefe’nin gelişimi her ne kadar dine muhalif bir çizgide olsa da Yunanlıların, sahip olduğunu düşündükleri kişilere karşı özel bir saygı duydukları hikmet özellikle doğu toplumlarında ilahi tebliğe yakın kalındığı ölçüde korunmuştur. Bu nedenle Mısır seyahati esnasında hikmetle daha doğrudan temasa geçen Pisagor eski Yunan’da bir bilgin olarak büyük saygı görür.

Antik Yunan’da “Hikmetin Sevgisi”, hikmetin doğudan getirilmesine öncülük eden ilk filozofların toplumda gördükleri saygı ile de kendini göstermektedir. Parmenides’in de benzer bir seyahat sonrası doğu hikmetini Yunan toplumuna yorumlayarak nakletmesi benzer bir ilgi görmüştür. Bu tür nakiller genel olarak hikmetin doğudan batıya olan ilk seyahati olarak değerlendirilmektedir. Ancak gerek kaynağa olan uzaklık, gerek yerleşik dine karşı akılla getirilen eleştirinin din kavramına genellenir hale gelmesi, yani hikmet kaynağı olarak vahiyden çok akıla önem verilmesi daha o zamandan yerleşik bir görüş halini almıştır bile.

Abbasiler döneminde Beyt’ül Hikme’nin kurulması ile birlikte başlayan hızlı tercüme hareketi, Müslüman dünyayı kadim Hind, İran, Babil, Mısır ve Yunan ilimleri ve hikmetiyle karşı karşıya getirdi. Bu, adına harici faktör diyebileceğimiz yönlendirme ile Müslüman dünya şu sorulara cevap armaya başladı: Hakikatin bilgisi nedir? Hakikate hangi yollar ve araçlarla ulaşılabilir? Din ile Felsefe uzlaşabilir mi? İnsan aklının dinlerin getirdiği vahiy karşısında değeri nedir? Bir peygamberin tebliğ ettiği şeriat olmaksızın mutlu ve ilahi amaca uygun bir hayat tasarlanabilir mi? Akıl ile nakil çatıştığı zaman hangisini tercih etmeli veya nasıl bir yöntem izlemeli?

Felsefe- din ilişkisi en olumlu bağlamda Meşşailer’de bağdaştırma çabası olarak kurulmaya çalışılmıştır. Özellikle Farabi ve İbn-i Sina aklın da bir hikmet kaynağı olarak kimi zaman vahiy kadar önemli olduğunu savunmuş ve çeşitli açıklamalar geliştirmeye çalışmışlardır. Farabi’nin Aristo’dan sonra gelen anlamında Muallim-i Sani olarak anılacak kadar Felsefe’yi öne alan görüşler geliştirmesi, bunu yaparken de alemin kıdemi konusunda sudur teorisiyle tanrıdan istemsiz, mecburi bir taşmaya işaret etmesi Felsefi olarak olumlu, İslam nasları açısından olumsuz karşılanmıştır. Çünkü bu haliyle sudur, Aristo’nun ezeli madde ve mutlak form görüşüyle İslam’ın tanrı inancını yaklaştırmış görünse de İslam açısından tanrının mutlak iradesini sınırlayan bir görüştür. Ayrıca İbn-i Sina tarafından biraz daha yumuşatılmaya çalışılsa da tanrının cüzileri bilmediği, küllileri bilebileceği görüşü de yine mutlak ilim sahibi bir tanrı anlayışına sahip olan bir dinde pek hoş karşılanmamıştır. Bu nedenle Gazali Meşşailerin Felsefe ile dini ve akıl ile vahyi olumlu bir şekilde birleştirme çabalarını ciddi bir şekilde eleştirmiş hatta alemin kıdemi, külliler ve haşr konularındaki görüşlerinden dolayı özellikle Meşşaileri dinden çıkmakla suçlamıştır.

Diğer yandan Gazali’den sonra gelen İbn-i Rüşd ise Gazali’yi bu tavrından dolayı eleştirmiş ve aşırı bulduğu aklın eleştirisini eleştirerek Felsefe’yi tekrar kendince hak etiğine inadığı yere yükseltmeye çalışmıştır. İbn-i Rüşd ile başlayan bu yeni dönem hikmetin doğudan batıya doğru ikinci yolculuğu olarak kabul edilir ve Modern Batı’nın Ortaçağ karanlığından doğmasını sağladığı savunulur.
Bu yaklaşımlar sayesinde görülür ki İslam Alemi genel olarak akla karşı olmaktan çok, Yunan aklına ve bu aklın tanımladığı metafiziğe karşıdır. Aklın fenomenal alemin açıklaması için kullanılması söz konusu olduğunda karşı olmaktan çok teşvikten bahsedebiliriz.
Bu teşvik İslam Dünyası'nda, Batı kültüründe olduğu gibi değerler dünyasından bağımsız olarak bir maddi gelişme istendiğinden değil, aksine değerler doğrultusunda bir gelişme amaçlandığından yapılmıştır. Bu ise Modern Batı’nın değersiz, sürekli bilimsel ilerlemeci zihniyetinin Dünya’da açtığı yaraların merhemidir.

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski