İstanbul'da Neye Sözleşilmiş Öyle

    Bu açıklamayı, böyle bir yazıyı neden eski tarihli bir metni referans alarak neden yazdığımın açıklaması olsun diye yapıyorum: Bu yazıma referans olarak aldığım metni şuraya yerleştiriyorum. Biraz uzun bir metin olduğundan dilerseniz onu da yan bir pencereye açıp karşılaştırmalı takip edebilirsiniz. Böylece bazı vurgulu ifadelerimin referans metinde hangi kısma karşılık geldiğini görmek daha kolay olur. Yine de konunun ilgilisiyseniz KADEM'in yayınladığı bu referans metni yakın zamanda özellikle sosyal medyada neden olduğu bir başka tartışmadan hatırlıyor olabilirsiniz. Dolayısıyla bu yazımı tek başına okusanız dahi size birşeyler anlatacaktır.

    Ayrıca bu yazımın ilk halinin son kısmını daha önce "İstanbul Sözleşmesine Bir Metafizik Eleştiri Girişi" başlığıyla paylaşmıştım. Şimdi metnin o son kısmını ilk kısmıyla bir araya getirip bu metine ekleyeceğim. Hasılı kelam daha önce bir kısmını yayınlayabildiğim bir yazıyı şimdi tamamlama fırsatı buldum. Bu yazı, o yazıdır işte.

 

1.      "Özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa Sözleşmesi olma niteliğini taşıyan Sözleşme" nasıl oluyorsa arada bir yerde "sadece kadınları kapsamına almaz. Erkekler de dahil tüm aile fertleri -özellikle çocuklar- bu düzenlemelerin koruma kapsamına dâhildir. Düzenlemelerden faydalanabilecek olanlar kadınlar değil, kadın ya da erkek fark etmeksizin ‘mağdur’lardır" özelliğine kavuşur.

2.      Ancak sözleşmenin amacının açıklandığı maddelerin başlangıçları şöyledir:  

·        Kadınları her türlü şiddete…

·        Kadına karşı her türlü ayrımcılığın…

·        Kadına karşı şiddet…

·        Kadına karşı şiddeti…

·        Kadına karşı şiddet…

                Evet erkekler ve özellikle çocukların da korunduğu nasıl açık değil mi?

3.      Peki ya "sadece kadınlar değil, erkekler de dahil, özellikle çocuklar…" ifadesi bize ne söyler? Şiddete maruz kalma sıralamasını. Dolayısıyla bu ifade şiddet uygulama sıralamasında, bu önem sıralamasına göre, en çok erkekler şiddet uygular, sonra çocuklar en az da kadınlar, olduğu sonucuna ulaştırır bizi. Çünkü kadınlar melektir, pardon kadınlar melek de değildir olacaktı değil mi?


Hem madem aile içi şiddetin de önlenmesi amaçlanıyor o halde kadınların iftiralarından, aşırı tepkilerinden dolayı uzaklaştırma kararlarına, gözaltına alınmalara maruz kalan erkeklerin gördükleri bu şiddetin önlenmesi için de bir şeylerin yapılması gerekmez mi? Yoksa aile içi şiddete dahil değil mi bu mağduriyetler? Sanırım erkeklerin aileye dahil görülmemesinden dolayı aile içi şiddet olmuyor bu. Bu durumda daha çok 'ailenin şiddeti' oluyor, erkeklere karşı diyebiliriz. Kapitalistlerin gazlamasıyla birer tüketim makinasına dönmüş çocuklardan tutun, kimsenin kullanmayacağı odalara eşya doldurmayı ev hanımlığı sayan, çalışıyorsa dahi maaşı çocuğun kreşine, dışarda yenilmek zorunda kalınan yemeklere ve geniş ayakkabı, elbise gardrobları, makyaj çantaları oluşturmaya harcanan ve dolayısıyla "bereket"i kalmayan kadın emeğine kadar birçok maddi anlamsızlıkla boğuşan erkeğin emeğinin sömürülmesini oldukça iyi açıklıyor evet, 'aile şiddeti'. Belli değerler doğrultusunda çocuk yetiştirmek üzere bir araya gelmiş kadın ve erkek birlikteliğinden, sorumluluklardan olabildiğince sıyrılmış ama hala geçim kaynağı olarak evlilik, nafaka ve kendisine yük olmadan kendi başına yetişen(!) çocuk beklentilerinden vazgeçmeyen modern kadın, taleplerini, kazanımlarını çok güzel bir şekilde ambalajlayabiliyor "aile" kelimesiyle. Hem hangi aile Allah'ını seversen? Geleneksel aileden erkeğin payına düşen tüm sorumluluklar hala erkeğin üstündedir bir kere: mihr, evin geçimini sağlama, evi dış kaynaklı şiddete karşı ilk ve bazen tek koruyan olma, çocuklara karşı otorite figürü, her kadında az ya da çok bulunan güçlü erkek beklentisine uygunluk, ailenin güç gerektiren ağır işlerini yüklenme, birçok konuda hala ailenin temsilcisi olarak sorumlu tutulma, kendinden olduğuna emin olamasa dahi "kendi döşeğinde doğan" çocuğu kabullenme, ailenin namusundan sorumlu tutulma, helal kazanma, çocuklara ideal erkek figürü sergileme, ev içi kararlara kadın istemedikçe karışamama…  Üstelik artık modern ailenin beklentileri de yüklenmiştir üzerine: kadınla "eşit" olma; çocuğun gündelik bakımından eşit oranda sorumlu olma; yabancı kadınlara da modern ayrıcalıklar tanıyan "centilmenlik"; geleneksel bir çok değer ve uygulama ile oldukça zıt, eş dışı kişilerle dans, sahillerde mayolarla tatil gibi, ailenin tüm fertlerinin nikah dışı ilişkiler yaşayabilmesi gibi uygulamaları normalleştirmiş "salon erkekliği"; boşandıktan sonra dahi kadının geçiminden sorumlu tutulma; çocukların kültürel yetiştirilmeleri hakkında minimum haklar ancak maddi ihtiyaçları hakkında maksimum sorumluluklar… Hasılı geleneksel ailenin yükümlülükleri omuzlarında olduğu yetmiyormuş gibi bir de şimdi "modern aile"nin sorumluluklarını yükleniyor erkek. Üstelik bu modern durum özel anlaşmalarla bir de teminat altına alınıyor; hem de "muhafazakar" bir iktidar döneminde.

Daha da ötesi İstanbul Sözleşmesi ile yaşadığı mağduriyetler reddedilen, teorik olarak reddedilemeyeceği kabul edilse dahi yine de ısrarla görmezden gelinen bir varlık olarak görülür erkek: "Her yasa bir şekilde suistimal edilebileceği gibi bu düzenlemenin de suistimal edilme durumu bir kişinin evden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanır. Bu bir mağduriyet olmakla birlikte diğer tarafta eğer her ihbar ciddiye alınmazsa oluşabilecek yaralanma ve can kaybının yaşatacağı mağduriyet ilkiyle kıyaslanamayacak derecede kritiktir." Ne kadar masum değil mi, evden uzaklaştırılan erkeğin mağduriyeti "ciddi değildi canım, olur öyle şeyler, sicile bile işlemiyor zaten" diyerek geçiştirilebilir ama kadının ciddiye alınmayan her ihbarının ölümle sonuçlanması an meselesidir. Çünkü her erkek potansiyel olarak katildir değil mi? Kadın sözkonusu olunca en temel yargılama usulü dahi -masumiyet karinesi- tepetakla edilip iddia sahibinin suçu ispatlaması yerine masumun masumiyetini ispatlamak zorunda bırakılması ise yüzsüzlüğün son aşaması olmasına rağmen yer bulur metinde: "İddia olunan mağduriyetin gerçekleşmediğini mahkemeye ispat eden kişi hakkında verilen tedbir kararı anında kaldırılmaktadır." Neyse ki "anında" kaldırılıyor, iyi yine, ya 'kadın kendini güvende hissedene kadar beklenir' denilseydi...

4.    Hala ısrarla "sadece kadınlar değil"... Ne kadar sahte bir iddia olduğunu Türkiye'de esamesi dahi okunmayan "kadın sünneti" ifadesinden anlayın işte. Bu ülkenin insanlarının, kadınlarının erkeklerinin dertleriyle en ufak alakaları olmayan uluslararası güç odaklarının, kendi gündemlerini dayattıklarının örneğidir bu ifade. Geçmişte demokrasi, insan hakları üzerinden politik baskı uygularlardı; şimdi bunlara "kadın hakları, eşcinsel hakları" eklendi. Bizim insanımız da, -muhafazakar geçinen aşağılık komplekslileri dahil- bir güne bir gün ititraz edip demez ki "ne diyorsun kardeşim, burası Türkiye. Her ülkenin olduğu gibi bizim de eksiğimiz var, fazlamız var. Derdimizi kendi aklımızla, temel töreli, dini önermelerimize dayanarak kendimiz çözeriz. Sen kim oluyorsun?" Ancak böyle çeviri metinlere dayanarak gücü kendinden olana yettiği için kendi vatandaşına, ırkdaşına, dindaşına yüklenir. Ekmeğini yiyorsunuz bu insaların, kul kabul etse Allah kabul etmez.

Bunu geçsek bile şu tutarsızlığın zihnimizi tırmalamasını nasıl görmezden gelelim: "...erkeklerle kadınlar arasındaki eşit olmayan güç ilişkileri..." hani kadınlar erkeklerle eşittiler? Hani kadınlar, erkeklerin hiçbir yaptıklarından geri kalmazlardı? İşinize geldiği yerde "erkek güçlü, kadın zayıf", işinize geldiği yerde "kadın da erkek kadar güçlü". Hazır konusu açılmışken madem eşitlik var neden bu ülkenin polislerinin mesela, ya da kamyon şöförlerinin veya hamallarının yarısı kadın değildir? Madem artık kadınlar da ıspatlayabilmişlerdir her işte erkeklerle birlikte eşit sorumluluklarla yer alabileceklerini, neden o yerlerini almazlar? Neden geçim sıkıntısı çeken bir kadın hem de şiddet gördüğü için boşandığı eski kocasının eline bakmak yerine hamallık ederek dahi olsa kendi geçimini sağlamaz ki? Ya da hayati tehlikesi olan, çalışma düzeni çok zorlu polislik gibi işlerde neden kadınların eşitlik bir kenara -çünkü kayırılıyorlar (şehit kadın polis sayısı dahi yeterli bir fikir verir sanırım kayırıldıkları hakkında)- erkeklerden daha fazla yer aldıklarını görmeyiz? Böyle zor alanlardan birinde dahi neden kadınları erkeklerden daha fazla sorumluluk alırken göremeyiz. Ya da neden "biz de vatan hizmeti olarak askerlik yapmak istiyoruz" diye bir gösteri yaptıklarına şahit olmayız? Yani istenilen "eşitlik" filan değildir, üstünlüktür. En seçkin işler için pozitif ayrımcılık isterler tabii ama ağır işlerden de itinayla uzak dururlar. Eğer bir işi yapmaya yeterliliğiniz varsa neden pozitif ayrıncılık yapılması gereksin ki, buyrun yapın. Eğer yeterli ve yetkin değilseniz zaten o pozisyonda ne işiniz var. Eşitlikse eşitlik, o pozisyona ulaşamak için başka herkes ne yapıyorsa siz de onu yapın. Asıl bunun adı eşitliktir. Bu vesileyle netleştirmek için bir daha soralım: kadın ve erkek "eşit" midirler yoksa kadın ayrıcalıklı mıdır?

5.   "İstanbul Sözleşmesinde LGBT gibi yönelimlere kapı aralayan maddeler var mı?" sorusunu muhatap alıyorsunuz metninizde ve cevap olarak: "Bu sözleşmenin eşcinsel yönelimlerin meşrulaşmasına sebep olduğunu iddia etmek ise en hafif tabirle kötü niyetliliktir." diyorsunuz. Bu nedir peki: "Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya  sosyal  köken,  bir  ulusal  azınlıkla  bağlantılı olma,  mülk,  doğum,  cinsel  yönelim, toplumsal  cinsiyet  kimliği,  sağlık  durumu,  engellilik,  medeni  hal,  göçmen  veya  mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin deceklerdir." İşte bu resmi bir metne, "cinsiyet" kelimesinin yeteceği bir yere, "cinsel tercih"in dönüp dönüp, vurgulu vurgulu, tekrar tekrar yerleştirilmesidir. 

             Kötü niyetten bahsetmişken... İşte İstanbul Sözleşmesinden bir bölüm daha "...kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır." Öncelikle iyi veya kötü demeden imzacı ülkelerin ve tabii ülkemizin tüm kültürel yapısının "kökünün kazınmak" üzere muhatap alındığını görelim. Üstüne bir de kültürel cinsiyet hak ve sorumluluklarını inşa eden "törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökü kazınınca yerine hangi kültürel yapının geleceğini, getirilmesinin amaçlandığını bir soralım. Ayrıca bu "kazıma" neyin temelini atmak içindir peki? Bu, bu ülkenin geleneğindeki cinsiyet yerine "cinsel tercih"in yerleşmesini sağlayacak zemindir. Peki kamu otoritesi eliyle ülkesinin kültürünü dönüştüreceğini açıkça ilan eden böyle bir zihniyeti biz başka nerelerden tanıyoruz: Mesela jakobenler böyledir; darbeciler aynı şekilde tepedeninme bir devrim peşindedirler. Faşistleri ve ideolojileri her ne olursa olsun bunu topluma zorla, korkuyla kabul ettirmeye çalışan teröristleri unutmayalım. Hepsi bir yana dildeki pervasızlık dahi göz tırmalamıyor mu? Evet, tanışalım bu ceberrut zihniyetle: Feminizm (Terörize Feminizm de dense yeridir). Şimdi, kim kötü niyetliymiş?

7.      Rızaya dayalı cinsel ilişki evet her durumda olması gerekendir. Evli kadın için de evli erkek için de bu temel bir şarttır. Ancak bunu böyle seküler bir metinde İslam'a atıfla açıklamaya çalışmanız riyakarlığınızın zirvesidir: Bu madde bu metne "İslam değer yargılarına da ters biçimde yaşanan zorbalıklar" olduğundan mı girmiştir? Yoksa metni Müslüman bir topluma karşı savunmak için mi bir kaç kelime ile İslam'ı anıyorsunuz? Hakikaten umurunuzda mı İslam? Yoksa sizi "sakp"ı bizden bir balta gibi kullanmak için, kalbinde gizli olanları bilmediğimiz bir Truva atı gibi kullanıp bu toplumun savunmasını aşmak için kullandıklarının farkında mısınız?

 Metnin diğer maddeleri muhatap aldığı soruları bazen yeterince önemli görmeden bazen gerçekten önemli sorunları hiç görmeden cevapladığı için 16 maddeyi tek tek ele alma ihtiyacı hissetmedim. Zaten buraya kadar bazı maddeleri daha geniş bir çerçevede cevapladığım için KADEM metninin içeriği hakkında yeterince açıklama yaptığımı düşnüyorum. İstanbul Sözleşmesini özel olarak inceleyen bir metin yazıyor olsaydım daha söylenecek çok şey vardı (mesela "sözde namus" ne demektir.) ama Allah'tan yürürlükten kaldırıldı. Yine de öyle bir metnin yürürlüğe girmesinde emeği olanları da unutmayalım. Yarın bu insanlar başka vesilelerle karşınıza çıkacaklar elbet.

Özetle modern kadın kendisi için evi boşaltırken hala aile denilen şeyin devamlılığı için erkeğin daha çok ev içine girmesi ama ev dışındaki sorumluluklarını sık sık hatırlatan dini ve töreli kültürel kodların devam etmesi… Bütün bunlar geleneksel aileyi modern ötesi bir “aile"ye dönüştürürken "muhafazakar” kadınlar geleneksel değerlerin nimetlerinden hala faydalanabiliyorlar. Mesela ……. ……. kişisel hiçbir niteliği nedeniyle kavuşamayacağı bazı haklara “muhafazakar kitlelerden” .. …….. …… sayesinde kavuşurken muhafazakar görünmenin de “modern kadın"ın da kazanımlarının keyfini ziyadesiyle yaşar. Erkekler ise mesela hala eşlerinin, kızlarının “rahat” davranışlarından dolayı, "söz geçirememelerinden” toplumun genelinde veya bir kesiminde gizli veya açık “hakir” görülürken bir taraftan da İstanbul Sözleşmesi gibi yasal metinlerle modern sorumlulukları yüklenmeye devam ediyorlar. Nereye kadar devam eder bu?

Feminizmin metafizik bir temeli olmadı olmayacak. Dolayısıyla yeterince sorgulanan bir Feminizim önünde sonunda şu gerçeğe toslayacaktır: Erkeklik sadece bir cinsiyet kavramı değildir. Dünyanın, varlığın dinamizmini sergilediği iki varoluş kutbundan biridir. Bu iki uç, insan cinsiyetinde kendisini “kadın"lık ve "erkek"lik olarak sergiler. Feminizmin erkek düşmanlığı onu düşmanı olduğu şeye dönüştürecektir. Çünkü yang, gündüz, akıl, bireysellik, doğayla mücadele… "erkek"si figürlerdir; yin, duygular, birliktelik, kültürel mücadele… "kadın"sı firgürlerdir. Varoluştan erkeksi olanı silsen ne çıkar, içinde büyüyen bir erkeksilik o figürlerin rolünü yerine getirmek zorunda kalacaktır; yani bazı kadınlar erkeksileşecektir. Çünkü varoluş bu. Kutuplardan birini tamamen ortadan kaldırılacak kadar radikal bir varoluş dönüşümü "kadın"ın tek başına başarabileceği bir şey değildir. "Kadın” da öyle bir varoluşta anlamlıdır çünkü. Kadının kadın olmaktan herhalükarda çıkması demektir ki bu sadece kültürel, siyasi… gibi alt seviyeden bir mücadelenin harcı değildir, bir metafizik mücadele gerektirir.

Her nerede kadın erkekle eşitlik iddia ettiyse orada kadınlığını kaybetti, erkeksileşti. Erkeklerle aynı mesafeyi koşan kadın atletler “adet"ten düştüler, "çocuk mu kariyer mi” ikilemini yaşadılar, doğurma güçlerinden oldular, elde ettikleri gücün onları tıpkı erkeklerde de ortaya çıkabildiği ve eleştirdikleri gibi kadınları da yozlaştırdığını gördüler… Çünkü şunu ısrarla görmezden geliyorlar: Kas gücü, iktidar, ekonomik güç… istemek erkeksiliğin gereğidir. Kadın güce, doğaya doğrudan muhatap kalınca onunla başa çıkabilmek için erkeksileşmek zorunda kalır. Hem kadın hem güç sahibi olmak ancak dolaylı yollardan güçle muhatap olmayla mümkün olabilir

Buna rağmen kadınların erkeksileşme istekleri erkeksi özelliklere sahip Batı Medeniyetinin artık zirvesine ulaşmış olmasından; Dünya'da, varoluşta birikmiş erkeksi enerjinin, varoluşla, doğayla süregelen, rutine bağlanmış mücadeleyi nispeten kolaylaştırmış olmasından; mesela kadınlar için uzun mesafeleri kas gücüne, maddi güce ihtiyaç duymadan katedebilmeyi mümkün kılmasından; büyük güçleri küçük düğmelere bağlayabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu, radikal, varoluşu dönüştürebilecek kadar güçlü bir kazanım değildir. İlk doğal veya insani afette bu kazanımların ne kadar kırılgan olduğu ortaya çıkınca işleri yoluna koyabilmek için yine erkeksiliğe ihtiyaç duyulacaktır. Görünürde bu kadar katedilmiş metafizik mesafeler, kazanımlar aldatıcı olabilir, çünkü varoluşun enginliği, muhteşemliği, büyüklüğü karşısında insanlık olsa olsa henüz bir bebek kadar güç biriktirmiş olabilir.

Şimdi varoluştaki erkeksiliğin dönemsel olarak en zirve olduğu noktada bayrağı kadınsılığa devretmeye başladığı anları deneyimliyoruz. Erkek bir uygarlık kadın haklarını, “kadınsılığı” fazlasıyla vurguluyorsa bir güçlü dönüşümün hemen öncesindeyiz demektir. Eğer bu dönüşüm başka her zaman olduğu ve olması gerektiği gibi bir değerler uzayında yaşanmazsa çok yıkıcı olabilir. Kadınların bu geçici, güçteki bu konjonktürel noktayı çok içselleştirmesi erkeklere karşı giderek artan bir düşmanlık geliştirmelerine neden olabilir; erkekleri kadınsı her özelliğe karşı daha fazla mücadele etme ihtiyacında hissettirebilir, bir düşmanlığa neden olabilir veya var olan düşmanlığı körükleyebilir. İnsanlık biyolojik, teknik olarak belki artık cinsiyetlere ihtiyaç duymadan üreyebilir gibi görünmekle birlikte bu bir kriz anına kadar geçerli bir kazanımdır ve bir kriz anında erkekler düşmanlaştıkları kadın figürlerle, kadınlar düşmanlaştıkları erkek figürlerle hemen ve etkili bir şekilde tekrar bir araya gelemeyebilirler. Bu tarihi ve coğrafi olarak lokal bir eskatolojik gelişmeye dahi neden olabilir. O yüzden modernleşmiş, halihazırda fazlasıyla erkeksileşmiş yani, olanlar zaten bir tarafa; en azından neyi muhafaza ettiklerinin farkında olmayan “muhafazakar” kadınlar bu geçici dönemi bu kadar erkeksi bir ısrarla, vurguyla yaşamasınlar. Kadının kadın gibi erkeğin erkek gibi olduğunda kıymetli, güçlü, anlamlı, etkili… olduğunun farkında olup, bu dönüşümü dini ve ananevi kültürleriyle oluşturulmuş bir değerler uzayında karşılayarak, bu kültürleriyle bağlarını fazla zedelemeden yaşasınlar bu kriz zamanlarını. Başka türlüsü güç…

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski