Başlangıç: Hâlâ Osmanlı’dan Başlıyor Mesele

Bunca konuşuyoruz, dertleniyoruz filan ya hani “biz Osmanlıydık, dört kıtada at koştururduk, bak şimdi ne olduk” diye… (Tam burada bir Hücum Marşı iyi gider sanırım. Hep en etkileyici bulduğum marşlardan olmuştur).

 Evet, mesele bu işte. Biz o zaman neydik şimdi niye böyle olduk? Tabii ki böyle bir sorunu çok çeşitli boyutlardan inceleyebilir ve türlü türlü tespitler, öneriler geliştirebiliriz. Mesela tarihçiler bu konunun araştırılmadık yerini bırakmadılar hala daha araştırıyorlar. Siyaset bilimciler hakeza… Ekonomistler, askerler, mühendisler… Hatta malumunuz siyasetçiler de kendilerince bir çaba içindeler, Osmanlıcılık, Yeni Osmanlıcılık vs. diye adlandırılan tarzlarla… Herbiri kendi alanında o parlak dönemin nasıl mümkün olduğunu anlamanın ve tekrar o döneme nasıl dönülebileceğinin arayışı içindeler. Aslında doğrusu daha çok siyasetçiler öyleler. Ya da ben öyle olduğuna inanmak istiyorum. Çünkü özellikle tarihçilerin bildiği ve buna rağmen sık sık birbirlerini ve herkesi uyarmak zorunda kaldıkları bir gerçek var: “Baltacı Katarina’nın çadırına girmeseydi ne olurdu?” ya da “Kanuni kaputülasyonları vermeseydi bugün hala bir Osmanlı var olur muydu?” gibi çıkarımlarda bulunmanın hamsetten başka kimseye bir faydası olmaz. Çünkü ne olursa ne olacağını bilmenin imkanı yok. Hatta bunun da ötesinde Osmanlı’nın enerjisi bitmişse, “eceli yetmişse”, “vadesi dolmuşsa” yani birşeyin olacağı varsa önüne geçmenin imkanı yoktur. En azından bunun farkında olmamız gerekiyor. Osmanlı için efkarlananlar aynı zamanda bir kader inancı olan insanlar çoğunlukla. Öyleyse Ah Osmanlı, Vah Osmanlı, Yeni Osmanlı, Back to Osmanlı… Hiçbir anlamı yok maalesef.

Daha da ötesinde, tarih bir takım avantajlarımızı elimizden almış görünse de gelecek için başka bir takım avantajlar da vermiş görünmekte. İhtişam, güç, muktedirlik göz kamaştıran yönleri tarihimizin ama bugün ben mesela İngiltere’nin onca gelişmişliğine rağmen İngiltere Kraliçesinin tebası olmak istemezdim. Her tür yasanın üzerinde bir bağlılık taşımak zorunda kalacağım birinin olması bana ürpertici, rahatsız edici geliyor. Dolayısıyla Monarşinin, Saltanatın yani, sona ermiş olmasından aslında hiçte rahatsız değilim. Bunun oluş tarzından, bazı insanların hak kayıplarına uğramış olmasından kendi payıma üzüntü duyuyorum hâlâ evet ama kimse kusura bakmasın ben teba filan da olamazdım.

Hasılı, Osmanlı bitti. Sanırım en başta bu acı gerçekle yüzleşmemiz gerekiyor. Evet, bir elin parmakları kadar milletin gördüğü bir deneyimdi… Yani hakikaten saysanız dengi bir Roma, İskender, İngiltere’dir; hadi birde Araplar ve ABD diyelim. Şimdi düşününki dünyanın her yerinde geçen parasıyla, heryerde konuşulan diliyle, kültürüne duyulan hayranlığıyla ABD bir ABD’liye ne ifade ediyorsa; ABD şu an çökecek olsa ABD’liler ne hissederlerse aynısını kuşaklar boyunca biz hissettik. Üstelik Osmanlı’nın yıkılması sadece bizim için değil gölgesinden faydalanan başka Müslümanlar ve Türkler için de travmatik bir deneyime neden oldu. Evet, bu çok büyük bir travmaydı ama onu aşmadıktan sonra o travma üzerimizde etkisini göstermeye devam edecek.

Bu travmayı aşabilmek için benim şahsi fikirlerimden biri şudur: Farkına varalım ki Osmanlı’yı yıkan Cumhuriyet değildi. Osmanlı, askeri olarak bir zafer olmasına rağmen kültürel olarak bir mağlubiyet olan Çanakkale Savaşından itibaren yıkılmaya başladı. Yani öyle koca bir yapının bir subayın “Cumhuriyeti ilan ettim“ demesiyle bir gecede yıkılması mümkün mü sizce? Atlattığı onca isyanı, Moğol felaketini düşünün. Bunlarla yıkılmamış da Ankara’da kendi subayı bir meclis toplamış diye mi yıkılacak. Devlet, neye malolurdu bilinmez ama, Mustafa Kemal hareketini anında herhangi bir isyan hareketine dönüştürebilrdi.

Yani yıkılma bir olaydan çok bi kaç on yıl alacak bir süreçtir, demeye çalışıyorum.

Çanakkale dedik… Osmanlı Çanakkale savaşına kadar sadece hasta bir adamdı. Çanakkale’den sonra ise can veren/ henüz can vermiş bir adam oldu. Kültürel olarak bir mağlubiyet olarak görüyorum Çanakkale’yi çünkü, bir devlet öğretmenini, mühendisini, lise öğrencisini yerinde kullanamıyor da bir savaşı kazanmak için herhangi bir asker olarak cepheye sürüyorsa, askeri olarak bir zafer kazanabilir belki ama o zaferin destanını yazacak edebiyatçıdan mahrum kalır, ekonomisini düze çıkaracak ekonomistten ve bunlara dönüşecek lise öğrencisinden, bunları yetiştirecek öğretmenden mahrum kalır. Osmanlı’ya olan da buydu. Hatta malumunuzdur, 1. Dünya Savaşının yoğun bir döneminde ülkenin ciddi bir nüfus sorunuyla karşı karşıya kalacağını farkeden askeri erkan askere zaruri izinler dahi vermiştir, nüfus artışı olsun diye. Şimdi bir de bu çocukların doğumundan sonrasını düşünelim. Onları hayata hazırlayacak, erkek rol modeli olacak, kültürün aileyle aktarılacak kısmını çocuğa aşılayacak insanlar cephedeydi. Ayrıca savaş sona erince kültürün formel eğitimle iletilecek kısımları için öğretmen yoktu, okul yapacak mühendis, eğitimi programlayacak eğtim bilimci vs yoktu. Yani devlet varını yoğunu sürmüştü cepheye. Dolayısıyla bir askeri zafer kazanmış oldu, herşeyi pahasına. Ama herşeyi pahasına işte; yani devam etmek için başka birşeyi kalmamıştı.Tam hasta adam teşbihinin devamı olarak ceset teşbihine denk düşecek bir durum yani. Evet ortada hala bir devlet, ülke var ama hayati fonksiyonları ciddi anlamda sakıta uğramış. Dolayısıyla Osmanlı, kültürünün devamını getiremiyor. Yani ruhu çekilmiş. Bu nedenle Çanakkale, Osmanlı’nın canı pahasına kazandığı bir askeri zaferden başka birşey değildir. Evlatlarına son nefesiyle bir kaç on yıl daha hediye etmiş bir baba, memesinde kalmış son sütle yarularını bir kaç saat daha idare etmiş bir annedir artık o. Türkiye Cumhuriyeti de onun yavrularından biriydi ve iyi ki o beden çürüyüp kendi evlatlarını zehirlemeye başlamadan önce ayrılmıştı ondan. Evet, keşke Bosna, Kosova da ayrı bir yavru olarak kalmasaydılar bir başlarına; Musul, Kerkük’de bu bedenin bir parçası olabilseydiler vesaire ama olmadı işte. Olan bu. Artık ceset haline gelmiş Osmanlı bedenini de bırakmalı Osmanlıcılar; o memeden süt değil zehir akar bu saatten sonra. Uygun bir törenle gömüp önümüze bakmalıyız. Çünkü insanlık olarak gerçekten büyük sorunlarımız var ve maalesef dünyanın yeni hasta adamı Batı Uygarlığı bu sorunlarla nasıl başa çıkabileceğini bilmiyor veya daha kötüsü umursamıyor.

Çoculuğumdan beri etkisi altında geliştiğim Osmanlıcılığın ve aynı travmanın zıt tepkili hali olan Cumhuriyetçiliğin yerini artık daha güncel olanla ilgili bir ilgi alanı alınca bu noktadan itibaren benim bu olan bitenleri anlama, kavramsallaştırma ve bunlara dayanarak çözüm önerileri geliştirme serüvenim başlamış oldu. Osmanlı neydi? Medeniyet miydi? Medeniyet neydi peki? Osmanlı yok, öyleyse biz medeni değil miyiz? Batı mı medeni? Batı sayesinde mi medeniyiz? Medeniysek dünyada bunca insan neden açlıktan ölüyor…

Meslekten Felsefeci olmanın ya da bir yükseköğretim görüyor olmanın yönlendirmesinden de önce kuramsal düşünmeye yatkın bir zihin olarak bu sorunların kuramsal yönü dikkatimi çekti ve kavramsal analizlerle başlamış olduk bu serüvene: Medeniyet nedir? Onun temelinde ne yer alır? Bilgi ile mi daha medeni olunur? İnanç ile mi medeniyet kurulur? Medeniyetin kaynağı bilgi midir inanç mı derken “Uygarlığın Kaynağı Olarak Bilgi ve İnanç“ diye bir incelemeye başlanır.

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski