Nereye Bu Gidiş

Anne-Babamla aramızdaki yaklaşık kırk yıllık yaş farkı nedeniyle toplumsal hafızanın bana doğrudan aktarılan kısmı oldukça eskilere dayanıyor. Bu nedenle özellikle ilk gençlik çağlarımda her isyankar ve sarsıntılı hayat deneyimimde oldukça eskilerden örnekler içeren ve “bizim zamanımızda…” ile başlayan örtülü veya açık tavsiyeler dinlemişimdir. Bunlara çoğu zaman ara kuşaklar olarak kardeşlerimin de deneyimleri eklenirdi.

Toplumsal hafızanın yeni kuşaklara aktarılması her zaman böyle doğrudan deneyimler üzerinden olmaz. Sistemli kültür aktarımı yöntemleri de sürekli kullanılır. Kimi zaman toplumsal kültürü (Sosyolojik kültür) yaşatmaya çalışan etkinliklerle, kimi zaman bu kültürün bir bilgi nesnesi (kitap, müzik albümü v.b) olarak derlenip toplanmasıyla (Epistemolojik kültür) canlı tutulmaya çalışılır.

Toplumsal hafıza böyle birşeydir çünkü. Hem bu günün yaşam tarzına karşı bir tekliftir (yeme içme davranışları, büyüklere- küçüklere karşı tavırlar), hem bunu altyapısını açıklayan bir hikayedir, derlemedir (Siyasi hareketler, Sanat tavırlarının nasıl ortaya çıktıkları, diğer kültürlerle yapılan alışverişlerin gerekçeleri vb.)

Benim aile deneyimim, yaygın bir hayat deneyimi olmayabilir ancak toplumun diğer bireyleri ile olan ilişkilerden de, nasıl bir toplum olduğumuzu, ne tür deneyimlerden bugünlere geldiğimizi bilmem gerektiğine dair çokça uyaran almışımdır ve bu uyaranlar bu toplumun bir üyesi olan hemen herkes için oldukça sık karşılaşılan uyaranlardır.

Özellikle toplumsal sorunlarımız üzerine çözümler geliştirmeye çalışan her genç üye öncelikle bu konulardan sınava tabi tutulur. Bu ülkede nasıl bir toplumsal hareket altyapısı olduğundan tutun, ‘60 ve '80 darbelerinin nasıl bir yapıdan doğduğunu, 28 Şubatta neler olduğunu bilmeden geliştirilen çözümlerin nasıl boş ve anlamsız olacağından dem vurulur. Meşhur ifadesiyle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacağı” düşüncesinden hareketle önce toplumu tanımak gerektiği sık sık hatırlatılır.

Bu haksız bir tavır da değildir tabi ancak benim esas vurgulamak istediğim bu seyirde yaşanan sert bir kırılmadır. Bu ülke sanki hafızasını sıfırlıyor. Artık konuştuğumuz tek tavır, daha on yıl öncesini bilmeyen insanların yüzyıllık bir parantezi kapatma telaşıyla davranan “öteki” insanlara gösterdikleri haşin tavırdır. Yaş burada mazeret olamaz çünkü daha geçtiğimiz yıllarda Türk sinemasında ve televizyonlarında özellikle '60 ve '80 dönemlerinde “solcu"ların yaşadığı sıkıntıları anlatmaya çalışan dramatik yapımlar yayınlanıyordu. Yani belli bir kesimin gözüyle de olsa ortak geçmişimizin ne tür sıkıntılar içerdiği Kitle iletişim Araçlarında yer bulmakta. Buna rağmen bu haşin tavrın sebebi sanırım "Ortak Geçmişin” aslında “Ortak Sanılan Bir Geçmiş” olduğu gerçeğidir.

Net bir kırgınlık hissediyorum. “Bu ülke” diye başladığımız her analiz, hayal ve sabır yüklü cümlemizin sükut-u hayal olduğunu, “Bu ülke"nin sadece ve hala "öteki” olan bizlerin bir hayali olduğunu, aslında “Bu ülke"nin hiç var olmadığını, gerçek olmadığını anlıyorum. Daha doğrusu "Bu ülke"nin her zamanki efendiler efendi, serfler serf olmaya devam ettikçe varlığını devam ettirebilecek bir kurgu olduğunu, serflerin eşitlik istediğinde dağılma tehlikesi taşıdığını yeni görüyorum. Bir tarafta kendisini temsil etmeyenlere bile birlik olma adına oy veren halk, bir tarafta kendisini temsil etmeyene darağacını layık gören elitler, maalesef halkın birleştirciliği nedeniyle bir arada kalabiliyormuş.

...

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski